This site uses cookies.
Some of these cookies are essential to the operation of the site,
while others help to improve your experience by providing insights into how the site is being used.
For more information, please see the ProZ.com privacy policy.
This person has a SecurePRO™ card. Because this person is not a ProZ.com Plus subscriber, to view his or her SecurePRO™ card you must be a ProZ.com Business member or Plus subscriber.
Affiliations
This person is not affiliated with any business or Blue Board record at ProZ.com.
Services
Editing/proofreading, Translation, Transcription
Expertise
Specializes in:
Social Science, Sociology, Ethics, etc.
Environment & Ecology
Linguistics
Government / Politics
Economics
International Org/Dev/Coop
Finance (general)
Religion
Law (general)
Psychology
Also works in:
Accounting
Philosophy
History
Education / Pedagogy
Management
Science (general)
Business/Commerce (general)
Archaeology
Human Resources
Insurance
Advertising / Public Relations
Cinema, Film, TV, Drama
Tourism & Travel
Anthropology
Cooking / Culinary
Cosmetics, Beauty
Internet, e-Commerce
Surveying
General / Conversation / Greetings / Letters
More
Less
Portfolio
Sample translations submitted: 3
English to Turkish: 'It's all sextortion and revenge porn': the woman fighting cyber abuse in Pakistan General field: Other Detailed field: Journalism
Source text - English Source: The Guardian
With women in Pakistan suffering increasingly lurid and dangerous forms of online harassment, Nighat Dad is leading the battle to make cyberspace safer
Nighat Dad: ‘Technology is ever changing, so violence in the online spaces has also increased.’ Photograph: Arif Ali/AFP/Getty Images
After the killing of Qandeel Baloch last summer, Nighat Dad reached breaking point.
Visiting colleges and universities across Pakistan, Dad had been building quite a reputation for herself and her work. She was spreading the word about the Digital Rights Foundation she established in 2012 to help Pakistani women deal with the new phenomenon of online harassment.
But when Baloch, a famous social media celebrity, was murdered by her brother, there was a spike in the number of young women in Pakistan who said they felt increasingly unsafe online and wanted to do something about it. More and more women began seeking out Dad to relate terrible stories of online harassment, revenge porn and men doctoring photographs of women in order to extort money from them. She felt herself struggling under the weight of responsibility.
“I reached my limit, where I was like, ‘I don’t think that I can deal with this,’” she says. “It was impacting on my emotional health. The guilt I felt that if I’m not going to respond to this call or the message which I’m getting in the middle of the night, maybe this person will lose their life or maybe there is a fear of violence.”
Recognising there was an urgent need, Dad expanded her operations and launched Pakistan’s first cyber harassment helpline. Now, Dad and her team of 12 – including a counsellor – field up to 20 calls a day.
The cases range from women wanting advice on social media security settings to more serious problems. “Every single day we are resolving these issues. There are issues of identity theft, blackmail, there are women filmed being raped and then blackmailed to prevent it going online,” says Dad.
“Technology is ever changing, so violence in the online spaces has also increased. It has become doxing, sextortion and revenge porn. It’s massive.”
In 2015, more than 3,000 cybercrimes were reported to Pakistan’s Federal Investigation Agency. About 45% of the women targeted were using social media. In May, Dad’s team commissioned a study that found 70% of women were afraid of posting their pictures online lest they should be misused; 40% had been stalked and harassed on messaging apps.
These figures are no surprise to Rabia Mehmood, a Pakistani technology journalist. “Harassment is a significant issue for women with access to technology in Pakistan, and has been so since the days of landlines,” she says. “Unfortunately, the transition to better connectivity, more user control of platforms and devices, has not eradicated the online abuse and violence for women – [it has] only made the issue much more stark.
“In Pakistan, outspoken women have received rape and death threats, smear campaigns run against them, and their contact information has been shared on social media. We have seen a transitioning of violence and harassment of women from the offline world to online spaces.”
There is little help available. “A trust deficit between the authorities and women exists in Pakistani society,” says Mehmood. “Women believe justice will not be served, there is fear of being shamed and judged, and finally, not knowing the right procedure of seeking help.”
In 2015, Dad was contacted by a group of young women studying at Edwardes College in Peshawar. Someone was posting their Facebook page photos – alongside their names and phone numbers – stating they were prostitutes.
It emerged that two men had been successfully blackmailing Peshawar’s female students for several years by threatening to release digitally doctored nude picturesof them unless they were paid.
Most women, fearing for their reputations, felt forced to meet the demands.
However, with Dad’s help, a number chose to fight back. The women reported the blackmail as a crime and the men were arrested.
As the images posted were not nudes, and were written entirely in the Pashto language, they were not found to be in breach of Facebook’s community standards guidelines. This was because the text could not be understood by Mark Zuckerberg’s organisation.
Dad began to lobby Facebook. “We found a gap in Facebook’s mechanisms,” says Dad, who finally succeeded in having the posts removed.
As a result of what happened in Peshawar, Facebook has expanded its operations to include more native language speakers to review content.
“Online violence against women is a global issue, it’s just that the consequences are different in Pakistan due to culture, religion, societal norms, patriarchy and also the lack of awareness,” says Dad.
She is optimistic. “Mostly, women actually fight back now. There were times when women would just detach themselves from technology – but that’s not a solution. We really want them to reclaim these spaces by knowing how to fight back, and I think change is happening. It’s slow, but it’s happening.”
Translation - Turkish Qandeel Baloch[1] geçen yaz öldürüldüğünde, Nighat Dad kendi içinde bir kırılma noktasına ulaştı. Pakistan şehirlerinde kolej ve üniversiteleri ziyaretlerinden, Dad kendisi ve çalışmalarıyla alakalı epeyce bilinirlik kazanmıştı. Dad yeni bir olgu olan ‘çevrimiçi/ online taciz’e maruz kalan kadınlara yardım etmek için 2012 yılında kurmuş olduğu ‘Dijital Haklar Vakfı’nı bilinir kılmak üzere buralarda sesini duyurmaya çalışıyordu. Ne var ki, ünlü sosyal medya fenomeni Baloch ağabeyi tarafından katledildiğinde, çevrimiçi ortamda kendilerini tehlikede hissettiklerini söyleyen ve bunun için bir şeyler yapmak isteyen pek çok Pakistanlı genç kadının içerisinde kaygılı bir harekete geçme dürtüsü vardı. Sayıları sürekli artan kadınlar; çevrimiçi taciz, intikam pornosu ve fotoğrafları üzerinde oynayarak kendilerinden para sızdırmak amacıyla şantaj yapanlarla ilgili korkunç hikayeleri aktarmak için Dad’a ulaşma yoluna başvurmaya başladı. O ise kendini bu sorumluluğun ağırlığı altında ezilmiş hissetti. “Bulunduğum ruh halinde sınırlarımı zorladığımı hissettim, şey gibiydi, ‘Bununla baş edebileceğimi düşünmüyordum’,” diyor. “Bu ruhsal sağlığıma baskı yapıyordu. Hissettiğim suçluluk duygusu öyle bir şeydi ki eğer gecenin bir yarısı gelen aramayı veya mesajı cevaplamazsam belki de o kişi hayatını kaybedecekti veya şiddete uğrama korkusu yaşıyacaktı.” Ortada acil bir ihtiyaç olduğunu kabullendikten sonra, Dad operasyonlarını genişletti ve Pakistan’ın ilk ‘siber taciz’ destek hattını faaliyete soktu. Şu anda, Dad ve 12 kişilik ekibi, bir danışman da dahil, günde sayısı 20’yi bulan çağrıyı cevaplandırıyorlar. Vakalar sosyal medya güvenlik ayarlarıyla ilgili tavsiye talebinden çok daha ciddi sorunlara kadar değişkenlik gösteriyor. “Her Allah’ın günü bu problemleri çözmek için uğraş veriyoruz. Bunlar kimlik hırsızlığı, şantaj, tecavüze uğrarken videoya kaydedilip sonrasında bunların yayınlanması tehdidiyle şantaja uğrama” diyor Dad. “Teknoloji durmadan değişiyor, bu gelişmelerle çevrimiçi ortamlardaki şiddet de arttı. Sosyal ortamdan kişisel bilgilerin çalınması, cinsel zorlama ve intikam pornosu gibi şeyler ortaya çıktı. Bunlar, sorunlar, epey ağır.” 2015 yılında, Pakistan Federal Teftiş Ajansı’na göre 3000’den fazla siber suç raporlandı. Bunların yüzde 45’i sosyal medya kullanan kadınları hedef alıyordu. Mayıs ayında, Dad ve ekibinin görevlendirildiği bir çalışmanın bulgularına göre kadınların yüzde 70’i kötüye kullanılmaması için çevrimiçi ortamda fotoğraflarını yayınlamaktan korkuyor; yüzde 40’ı ise stalklanmış/ ısrarlı takibe uğramış ve mesajlaşma uygulamaları üzerinden taciz edilmişler. Bu rakamlar internet üzerine araştırmaları olan Pakistan’lı gazeteci Rabia Mehmood’u şaşırtmıyor. “Taciz, Pakistan’da teknolojiye erişimi olan kadınların kayda değer bir sorunu ve bu sabit telefon hattı teknolojisinin kullanıldığı günlerden bu yana değişmedi” diyor. “Ne yazık ki, daha gelişmiş bir iletişim teknolojisine geçmek, kullanıcıların üzerinde daha çok kontrol sahibi oldukları platform ve araçlar, kadınların maruz kaldığı çevrimiçi taciz ve şiddeti yok edemedi – sadece sorunu daha da çetrefilli hale soktu.” “Pakistan’da lafını esirgemeyen kadınlar tecavüz ve ölüm tehditleri alıyorlar, onlara karşı karalama kampanyaları düzenleniyor ve iletişim bilgileri sosyal medya üzerinden paylaşılıyor. Burada kadına karşı şiddet ve tacizin çevrimdışı dünyadan çevrimiçi alanlara doğru geçiş sürecini görüyoruz.” Bu tür durumlarda ‘yardım’ nadiren el altında bulunabiliyor. “Pakistan toplumunda siyasi otoritelerle kadınlar arasında bir güven eksikliği var” diyor Mehmood. “Kadınların adaletin sağlanacağına inancı yok, utandırılma ve yargılanma korkusu yaşıyorlar ve son olarak, yardım aramanın etkili yöntemlerini bilmiyorlar.” 2015’te Peşaver’deki Edwardes Üniversitesi’nde çalışan bir grup genç kadın Dad ile iletişime geçti. Birileri onların fotoğrafını, isimleri ve telefon numaralarıyla beraber Facebook’ta yayınlamış, seks işçisi olduklarını yazmıştı. Ortaya çıktı ki iki adam yıllardır onları, dijital olarak üstünde oynama yaptıkları çıplak fotoğraflarını çevrimiçi paylaşmakla tehdit etmiş, istedikleri parayı alamayınca da Peşaver’in kadın öğrencileri hakkında ‘başarılı’ bir karalama kampanyası yürütmüşler. Çoğu kadın itibarını kaybetme korkusuyla kendisinden talep edilenleri karşılamak zorunda hissediyor. Yine de Dad’ın yardımıyla, bir kısmı bununla mücadele etmeyi seçti. Kadınlar karalama kampanyası hakkında suç duyurusunda bulundular ve adamlar tutuklandı. Zorbalığa maruz kalan kadınların fotoğrafları çıplak olmadığında ve yazılan post tamamen yerel bir dil olan Peştunca olunca, bu postlar Facebook’un standart tüzüğünün güvenlik duvarının dışında kalıyordu. Çünkü yazılan post Mark Zuckerberg’in kuruluşu tarafından anlaşılamıyordu. Bunun üzerine Dad, Facebook ile görüşmelere başladı. “Facebook mekanizmalarının işleyişinde bir açık yakaladık,” diyor söz konusu postların kaldırılmasında başarı sağlayan avukat. Peşaver’de yaşananların sonucunda, Facebook yerel dil kullanıcılarının da paylaşılan içerikleri görebilmeleri için operasyonlarını genişletti. “Kadınlara karşı çevrimiçi şiddet küresel bir olgu, Pakistan’da ise bu sorunun sonuçları kültüre, dine, toplumsal normlara, ataerkiye ve aynı zamanda konuyla alakalı bilinç eksikliğine dayalı olarak daha farklı oluyor,” diyor Dad. Dad oldukça iyimser. “Kadınlar çoğunlukla, mücadele etmeyi seçiyor. Bazı zamanlar oluyor ki kendilerini sosyal medyadan soyutluyorlar, fakat bu bir çözüm değil. Biz gerçekten istiyoruz ki kadınlar bu platformlarda nasıl mücadele edeceklerini bilerek haklarını sahiplensinler, ve bence değişim gerçekleşiyor da. Yavaşça, fakat gerçekleşiyor.” Çeviren: Deniz Özge Çiçek
English to Turkish: THE LIVING A FEMINIST LIFE AUTHOR ON BORDERS, CARE, AND "BEING DIVERSITY" General field: Social Sciences Detailed field: Government / Politics
Source text - English Adam Fitzgerald: In the introduction “Bringing Feminism Theory Home” to your new book Living a Feminist Life, you foreground an immediate positioning that exceeds academic writing and critical theory as they are popularly understood and located. You write: “In this book I want to think of feminist theory too as homework, as a way of rethinking how feminist theory originates and where it ends up. What is this thing called feminist theory? We might at first assume that feminist theory is what feminists working within the academy generate. I want to suggest that feminist theory is something we do at home,” and just above, you clarify, “homework is work on as well as at our homes. We do housework. Feminist housework does not simply clean and maintain a house. Feminist housework aims to transform the house, to rebuild the master’s residence.”
I wanted to thank you for the opportunity to interview you, first; then begin by asking you, could you tell me a little bit about your work inside and outside the academy during the writing and now publishing of this book?
Sara Ahmed: I first thought of the title “Living a Feminist Life” for a book that would be a collection of essays that I had already written—on whiteness, on willfulness, on strangerness. I think that was in early 2013. But then later that year, the title acquired a quite different meaning for me. The title became a handle for something else. I heard from a colleague about students who had been sexual harassed by members of staff at the college. Once I heard what had been happening in my own work place, everything changed. I began writing a book about how living a feminist life is being a feminist work, and what they really means when you are confronting sexual harassment as well as other abuses of power where you work. Whilst I was writing the book I was supporting a number of students who testified in multiple inquiries into sexual harassment and sexual misconduct. It was an overwhelming experience—coming up against wall after wall: walls of silence; walls of indifference. We were also building a new Center for Feminist Research at the time, and I became even more aware of how feminist centers, or feminist shelters, are needed if we are to challenge these forms of power were we are (here not over there); the harder it is, the more we need places to go. Writing the book allowed me to connect my experiences of sexism and racism in everyday life, those walls that get in the way of being at home in the world, to the walls that come up in the academy.
AF: For readers who may not already know, you’ve been a professor, both academic and diversity worker, have published several foundational academic monographs, and have maintained the blog feministkilljoys for the past three years. On it, you talk about a “companion text,” and one can’t help seeing both your blog and book as such.
ARTICLE CONTINUES AFTER ADVERTISEMENT
SA: I know this is not exactly a question, but I have also thought of the book and the blog like this—as in companion with each other. Sometimes I wrote a blog post that was then expanded into a chapter (eg. Feminism is Sensational). Other times, parts of a chapter were turned into a blog post (eg. Killjoys in Crisis). It really helped me, because of course blogs are not only written more quickly, but they enable you to reach people and get feedback, so that the conversations you have can get into the book as you are writing it. Of course, we have other ways of enabling this to happen. But I like what blogs enable to happen.
I also found that the “feminist killjoy” herself became a communication device, a way of reaching people who recognized in her something of their own experience. Having the blog as a companion was crucial I think to a shift in my style of writing. Sentences began arranging themselves on the page differently. I became even more aware of sound, how words sound, how we need to do things with words by rearranging them improperly.
AF: I’m also wondering if the academy is still a place you call home, if in any of the senses that you use the word excerpted above, assuming it ever was?
SA: This is a harder question for me. I have loved being an academic—especially being a feminist academic. I have learnt so much from teaching, researching, even administrating! It has been a profound joy to be involved in education. I am at home there in so many ways. But I think some of the experiences I wrote about in On Being Included (2012), relating to the difficulties of challenging the whiteness of the academy, the difficulties of being assumed to “be” diversity as a woman of color, followed by the experiences of trying to redress the culture that enabled sexual harassment and bullying that I wrote about in Living a Feminist Life (2017), has made me more aware of how the academy is not a home to many, and how it works to stay that way, how it works to stop those of us who are trying to open it up from opening it up. And that “it” needs to be qualified.
There are many ways things stay put. I have realized that even some feminists end up not trying to dismantle the master’s house; they might want some of the problems to be resolved “in house,” rather than talked about them openly or publicly; or they might feel they have too much to lose, and that if the reputation of their university is damaged (by allegations of sexism, of racism), then feminist projects that are “in house” will also be damaged. We all make decisions that are compromised in a world that is compromising. I don’t want to be at home in an institution that is organized around enabling some to be; others not. So I am thinking of myself now as a “post-academic” or “post-institutional” feminist. These posts are probably optimistic. They could even be pessimistic. I will still be there, chipping away, one way or another.
ARTICLE CONTINUES AFTER ADVERTISEMENT
AF: I’d love to linger longer within On Being Included and talk to you about the continuity Living a Feminist Life forms with your prior work, as well as the turn of style that may relate to your post-academic or post-institutional thought. On Being Included remains a timely, explosive look at the “sea of whiteness” that is the academy as a system and institution since it began. You write that to be a scholar or student of color is to “be” diversity, but also to be seen always already as a guest, where hospitality is conditional and therefore to confront whiteness is to make one ungrateful, other, estranged. Even so, I’m curious how the intensive research you did as a diversity worker prepared for and extends the kind of hearing and feminist work you practice on your blog and in your new book. There seems to be a epistemological distinction in anecdote and testimony of this memory-work that may be altogether different from the epistemological dominant modes of academic research and scholarship.
SA: Doing the research that became On Being Included, and then writing the book a few years later, felt like a big departure from what I had done before. It was not until I became head of Women’s Studies at Lancaster (in 2001—so I was still quite junior even though I was taking on a senior position, something that often happens in Women’s Studies) and began to attend faculty meetings that involved Deans and other heads of department that I began to realize how being a feminist at work required working on and not just at the university. And it was whiteness that I first became aware of, as what you needed to work on, as something that had been built into the system. Before then I had already known that universities were white spaces: I had experienced this from giving papers on race, and the kind of defensive responses I would routinely receive, from attending conferences with all white speakers. At Lancaster, it was all around, whiteness was a surround, and you tend to notice what does not reflect you. But suddenly I was at meetings where I began to hear how whiteness was an achievement, how whiteness was justified and reproduced. I still remember one member of a committee saying Lancaster’s whiteness was just a matter of geography!
“I now think of being a woman of color academic as being an ethnographer; we know so much about how institutions work because even when we participate in them, we are somehow always strangers to them.”
I ended up on a race equality committee because I responded to how the problem of race was not being addressed. I won’t go into exactly how a humanities trained researcher like me, used to giving her ear to texts, ended up doing a qualitative study of diversity work, and listening to the stories of diversity practitioners (it is shared in the introduction to On Being Included). But I do think it is important that the transitional moment was not simply because of what I said (not wanting to go along with whiteness makes you stand out), but because of what I could hear in what was being said. I could hear how whiteness was at work. From that point on, I was asked to be on numerous diversity committees, as you often are, if you are seen to embody diversity, which meant gathering more and more data. And in that process of ending up where diversity is, I was able to revisit my own institutional history, and come to understand it differently. I now think of being a woman of color academic as being an ethnographer; we know so much about how institutions work because even when we participate in them, we are somehow always strangers to them.
AF: Did the stories you collected transform not only your thinking but also the very style and structure of your practice? This mode of listening feels central to your approach towards narrative, even in texts that populate Living a Feminist Life. You cite Audre Lorde very early on as a continuing foundational touchstone. The scholar Mina Madga reminds me that this reflects a mode of brown and black womanist understanding the white-dominant academic complex still does not often speak in nor fully accept.
SA: It was important to me that I returned in the book to the data I had collected for On Being Included—though one of the reviewers of the first draft I sent to Duke did suggest the whole middle section could be dropped. I had come to realize that even if the research had felt like leaping sideways, it was part of a trajectory, a series of steps that I had taken to get somewhere. It was important to me, I think, to return to those stories I had collected and to take care of them, as part of what it means to be a feminist at work, and to live a feminist life. I am so indebted to black feminists and feminists of color—I mention in the introduction Audre Lorde, Cherrie Moraga and Gloria Anzaldúa—for how they embody the fragility of their archives. I began to think of our archives as built from our experiences of walls, what we come up against, but also as built out of the creativity and inventiveness that is behind us, that is part of a survival story.
It is something I will to return to—the work we have to do to give an ear to those who are often not heard because of the walls that come up—in my next project on complaint.
AF: I wonder today, do white academic institutions know themselves as white academic institutions?
SA: I don’t think so! Diversity, creativity, equality: they often are used all the more because they screen out the whiteness that is already there. I think this is the hardest thing about being diversity workers: knowing how useful you can be; how your work can be used as evidence that what you struggle against has been overcome.
AF: Is such knowing possible if the climate of diversity is supplementary, conditional, within a vast hierarchy of white trustees, university presidents and deans, admissions offices and faculties? I’m curious if the reparative work of your research sees as an intended audience the white power across university and collegiate systems.
Ahmed: I can’t even imagine “white power” as a reader! I don’t think white power would get it!
My intended audience is other feminists. I would say I was writing for feminist students in particular: I have deep admiration for the feminist student movements, so often disparaged and dismissed by my generation of feminists. I love the combination of fragility and fierceness, of being willing to name problems, whilst struggling with them, whilst not being solutions.
I think sometimes we do have to try to reach those who have learned not to listen to those who are trying to transform something. This is part of the work of chip, chip, chip, chipping away at the walls; and I have done that work, though more often as an administrative activity than in terms of whom I have addressed in my writing and research. But sometimes the effort to do that work involves losing energy and animation. It can even end up redirecting your attention away from those who are also participating in this activity, those for whom keeping going can be too much. So in this book I was trying to address those who are trying to survive hostile institutions not the institutions themselves.
AF: One of the core images you return to is that of the wall: that when feminists get to work, they are presented with walls—at home, at work, in the countries and spaces they inhabit. Do you imagine and practice feminism as something that is not site-specific, or restrictedly geographically determined? Or is it important to you, in the UK, in Australia, and elsewhere, to see your work as rooted in these particular geopolitical spaces, in relationship to these (their) very specific walls?
I ask this thinking that as much as I want to think of feminism as without borders, as an international revolutionary force decidedly not draped in the language and power of state internationalism, it might be key to consider the ways in which feminism demands we forgo universalism, the privilege of moving freely. This feels very important I believe to reading of your work as a feminist of color who moves through world across—against?—borders.
SA: I do think of myself as a site-specific worker, working on and from where I am. I guess coming from a mixed background, “where” has always been a lively question. I grew up in a white suburb in a small city in Australia, a settler colonial country, a country that remains occupied. I was a brown settler, as I now think of that experience. But when I was there, I was often elsewhere, with an English mother and a Pakistani father, with my aunties from Pakistan, turning up every now and then. To be with family who are from all over the place, is to be with their memories, their memories become textures of your present, which for me meant I was living the after-life of colonialism and of Partition; that there was here.
I talk in the chapter “Being in Question” about how it feels to be assumed as not being from where you are brought up, being asked that question where are you from, which is such a familiar question for many of us. It’s one of these questions that is really an assertion in disguise—which is really saying you are not from here. But it is also a question you can ask yourself, because being mixed, maybe even mixed-up, can make you feel not quite at home anywhere. It is not always a sad feeling, though it can be sad as well as difficult. It can about possibility, about realizing there are different ways to be. I had more in the first draft of the book on being mixed. I took it out for complicated reasons, but I know I will return to it.
I guess sometimes when we think of “where,” we think of the national context. I have no doubt that much of my own work has been directly informed by having become used to the political discourses that are exercised in Australia, especially around reconciliation, around the will to recover from the past, which was really a covering over of the past. Academic worlds can be shaped by the exercising of these same vocabularies. As a young scholar working in the UK in the 1990s (I hadn’t planned to end up here, but after studying one job led to another, and then I realized I was here!), I felt deeply alienated from Australian feminism—lets calls it white Australian feminism and its affective grammars: the constant emphasis on love and hope. I still remember going to a conference on Australian feminism in the UK, which had all white plenary speakers, all non-indigenous speakers, where native title was referenced but only in relation to white European philosophy. It was deeply alienating, and I had some of my early academic killjoy experiences at that event.
Coming to the UK was significant. This was not because I was in suddenly in a brown and black anti-racist utopia—obviously not, as British universities are very white, and are very much in denial of that whiteness. It was because I found a space to be less of a stranger, a space that was then called Black British feminism. My wonderful colleague Heidi Mirza edited a book with that name which came out 20 years ago this year. To become part of that book—it was one of my first publications—felt like becoming part of a collective as well as a collection. It was, it is, a fragile collective; one created from struggles and the solidarities of Black, Asian and Minority Ethnic women (they often abbreviate us as BAME), many of whom have family histories entangled with the history of British colonialism. It was such a life-line to become part of that collective, which really meant to create a space by finding each other. And it was a life-line because sometimes we can miss each other in the sea of whiteness, despite how it might appear that we stand out. Once we find each other, so much else becomes possible. You get to share wall stories. It is so important to share these stories, of coming up against the same things. Our frustration is a historical record! To share your experience of how whiteness is a wall does not bring the wall down, but it does help you to keep going.
“Sometimes we can miss each other in the sea of whiteness, despite how it might appear that we stand out. Once we find each other, so much else becomes possible.”
I do need to add here that I have since spent time in Australia. In 1999 I had a sabbatical in the university I did my first degree, Adelaide University. There I met Fiona Nicoll and Aileen Moreton-Robinson, and we hung out together and chatted about everything: indigenous sovereignty, sorry whiteness; the politics of reconciliation. The friendship and alliance I formed with them has shaped my work since. They were both crucial to the setting up of the Australian Critical Race and Whiteness Studies Association (ACRAWSA). This Association has made a huge difference, in my view. I gave a paper at one of their conferences in 2007. I listened to indigenous academics Tony Birch and Irene Watson give keynotes. And I did not face a sea of whiteness. It was such an incredible experience.
But going back again to that earlier period—the late 1990s and early 2000s—I began to have many conversations about whiteness with black feminists and feminists of color, which were also, for me, about making sense of my own past. It was not until I came to the UK that I began the process of working through the racism that had been part of my growing up. I was just not ready until I left Australia. Sometimes we have to leave before we can hone in on our own experiences. We can then return home and find something quite different. Living a Feminist Life has been more of a return home than anything I have written before. I describe it as putting a sponge to the past. Who knows what you will mop up.
Feminism: we also put a sponge to the world, we listen, we mop, we mess. We bring to our messy conversations the many histories that come with us. I think of transnational feminism as being about work: we work together across national boundaries; but we also work together on those boundaries, since their very existence means some of us cannot turn up. Some can travel; some not. You can be slowed down by traveling with a Muslim name. You can be stopped and asked questions. Sometimes you have to stop working, or you have to refuse to travel. Sometimes you have to become inventive: you have to find other ways of doing the work. I think of transnational feminism through the lens of Audre Lorde’s legacies. In response to seeing a film about Audre Lorde, The Berlin Years, I once wrote:
We get a sense from the film of transnational as an actual lived space populated by real bodies, not a glossy word in a brochure but a word that requires work. We have to work to learn from others who do not share our language. We have to travel away from our comfort zones; to listen, to open our ears. We learn especially of the importance of a transnational black feminist politics: of what can happen when African-American and Afro-German women speak to each other, when women of color across the diasporas speak to each other; between generations, across time as well as space. We learn from differences about differences. We learn also that the national is transnational: that Germanness or Britishness is shaped by histories of empire and colonialism, which affect the very grounds upon which we live; migrants who in staying leave bits and pieces of ourselves all over the place.
This is, I know, quite a hopeful statement about transnational feminism despite the emphasis on work. It is not a hope predicated on freedom of movement, or freedom from restriction. For me transnational feminism is about the hope of doing the work: working on where we are; working where we are, which is working with and working under restriction.
AF: Finally, I wanted to ask you about how one stays engaged in feminist work and stays well, balances reparative responsibilities across communities with self-care for the body—in the context of queer families as well as those of us without families. As public intellectual and itinerant speaker, working in the context of capitalistic labor, can feminism help us re-imagine the practice of, the division of work and rest? Are there living examples of elders, colleagues or friends that provide you with any crucial advice?
SA: I often pause on the word “balance,” which they use a lot over here: work-life balance. I never feel that well balanced, in anything I do! I think a queer way in is to find in the moments of losing our balance, an opportunity to throw other things up in the air.
There are so many ways I could respond to this question. One of the ideas in Living a Feminist Life is to think from the following: that those of us who arrive into institutions that were not built for us bring with us not only other knowledges but other worlds. It is so important that we keep those connections to other worlds alive. The wisdom of our elders is worldly.
Working for institutions, and coming up against walls, can be exhausting; we can feel depleted, be depleted. We do need to know when to stop. I have always had a strong commitment to taking time out and time off. One of my first suggestions I would made to incoming students would be to take long breaks! And this was not so they could come back and be more productive: that instrumental use of time out is not time out. It is just because we need to have wiggle room; to be reminded of other things; that there is more to life than your work, however much you love your work.
“Those of us who arrive into institutions that were not built for us bring with us not only other knowledges but other worlds.”
Support systems really do matter, and some have less support by virtue of how they arrive into the world or what happened once they came into the world. Creating our own support systems—ways of holding up those who are precarious, who have less to fall back upon—is central to living a feminist as well as queer life. Because as we know too well: those who need the most support are those who are less supported.
I suspect most of my advisors have been books. And I am inspired by black feminist writings on self-care, and built my own Killjoy Survival Kit around the wisdom of Audre Lorde, especially her extraordinary text, A Burst of Light. I think self-care gets dismissed too quickly as neo-liberalism and individualism. In the hands of Lorde, caring for one’s self is about how we inhabit our fragile bodies that have capacities that can be exhausted; it is about finding ways to exist in a world that is diminishing. Caring for oneself is also about caring for others, that important work, often painful, that practical and domestic work, of maintaining the conditions for each other’s existence.
I am not fond of the word repair: in race politics it can be used to imply recovery in a way that re-covers or covers over injuries and injustices. But I think it does help to think of repair as an ordinary activity, as what we need to do to keep things going, given the wear and tear that is part of living a life. Words can be worn, bodies too, from how much they are asked to do. I might even say that one way that feminism can help us to reimagine the division between work and rest is the profound emphasis many feminists have given to the ordinary, not on transcendence, being above and beyond, but on being immersed in ordinary life. The work of care is that.
I think of the kitchen table, where we might eat, meet, greet; and how women of color transformed the kitchen table into a publishing house. It seems right to end with tables; they do matter.
Translation - Turkish Living A Feminist Life kitabının yazarıyla sınırlar, kişisel bakım ve “farklı olma durumu” üzerine söyleşi:
Çalıştığın işte bir feminist olmak ne anlama gelir, feminist bir hayatı yaşamak ne demektir; bunların bir parçası olarak topladığım hikayelere dönüp tekrar bakmak, onlara özen göstermek benim için önemliydi. Adam Fitzgerald: Living a Feminist Life’a yazdığın giriş bölümünde (Giriş Bölümü: “Bringing Feminist Theory Home”) kitabının, akademik yazımın ve eleştirel teorinin genel olarak anlaşıldığı ve konumlandırıldığı sınırları aştığını vurguluyorsun. Şöyle yazmışsın: “Ben bu kitapta feminist teori nerede başlar ve nerede biter sorularını yeniden ele almanın bir yolu olarak, feminist teoriyi de bir ‘ev işi’ olarak düşünmek istiyorum. Peki nedir bu feminist teori denen şey? İlk bakışta bizler bunu akademi içerisindeki feminist çalışmaların oluşturduğu birikim olarak düşünebiliyoruz. Fakat ben şunu önermek istiyorum; feminist teori bizim evlerimizde ürettiğimiz bir şey.” Hemen yukarısında açıklıyorsun, “Ev işi demek bizim bunu evde de yaptığımız anlamına geliyor. Bizler ev işleri yapıyoruz. Fakat feminist ev işi basitçe, sadece, temizlik ve bir evi çekip çevirmek değildir. Feminist ev işi, evi dönüştürmeyi, erk’in konumunu yeniden inşa etmeyi amaçlar.” Öncelikle seninle röportaj yapma fırsatını elde ettiğim için teşekkür etmek istiyorum, sonrasında sorularımı sormaya başlayayım. Kitabı (Living a Feminist Life) yazarken ve bittikten sonraki süreçte, kitap yayımlanırken, akademi içinde ve dışında ne gibi çalışmaların oldu, biraz bahsedebilir misin? Sara Ahmed: Aslında “Living a Feminist Life” başlığını ilk önce beyazlık, irade ve yabancılık konularında önceden yazmış olduğum makaleleri toplayacağım bir kitap olarak düşünmüştüm. Bu projeyi 2013 yılının başlarında düşünmüştüm. Fakat, o yıldan sonra, bu başlık benim için bambaşka bir anlam taşımaya başladı ve daha başka sorunları ele alır oldu. Bir çalışma arkadaşımdan, üniversite personelleri tarafından cinsel tacize uğrayan öğrencilerle ilgili bir şeyler duydum. Kendi çalışma ortamımda neler olup bittiğini anladığım anda her şey değişti. Feminist bir hayat sürmenin feminist bir ‘iş’ olduğuyla ve çalıştığın yerde cinsel taciz ve yetki istismarlarıyla karşılaşmanın ne anlama geldiğiyle alakalı bir kitap yazmaya başladım. Kitabı yazdığım süreçte, okulda cinsel taciz ve cinsel istismar soruşturmalarında ifadelerine başvurulan öğrencileri destekliyordum. Bu kahredici bir deneyimdi—ardı arkası kesilmeyen bariyerlere karşı savaşmak demekti: sessizlik bariyerleri, aldırışsızlık bariyerleri. O sıralar, aynı zamanda, feminist araştırmalar için yeni bir merkez kurma sürecindeydik. Farkına vardım ki eğer bu türden erk yapılarıyla karşı karşıya kalıyorsak; feminist merkezlere ve sığınaklara çok daha fazla ihtiyacımız var. Biz oradaydık, ama gidebileceğimiz çok daha fazla yere ihtiyacımız olduğunu fark etmek acıydı. Bu kitabı yazmak, yaşadığım dünyayı evim olarak hissetmeye çalışırken karşılaştığım bariyerlerden, akademinin kendi içinde yarattığı bariyerlere, gündelik yaşamımda karşılaştığım cinsiyetçi ve ırkçı deneyimlerle bağ kurmama yardımcı oldu. AF: Hâlâ bilmeyen okurlar için; yakın zamana kadar öğretim görevlisi olarak çalışıyordun, hem akademisyen hem de ‘farklı olma’ durumu üzerine çalışan biri olarak pek çok akademik monografın yayımlandı ve son üç yıldır ‘feministkilljoys’ (mızıkçı feminist) adlı bloğunu yönetiyorsun. Bu blogda ‘arkadaş’ metinlerden bahsediyorsun, fakat senin kitabın ve bloğunu bu şekilde görmek biraz zor. SA: Bunun tam olarak bir soru olmadığını biliyorum ama ben kitabı ve blogu bu şekilde düşündüm, birbirlerine yol arkadaşı olarak. Bazen blogda yazmış olduğum yazının başlığı kitapta genişletilerek bir bölüm haline geldi. Diğer zamanlarda ise kitaptaki bir bölümün içeriği blog yazısına dönüştü. Bu geçişkenlik bana epey yardımcı oldu, elbette, sadece bloglar daha hızlı yazıldığı için değil, aynı zamanda insanlara ulaşmaya, geribildirim almaya ve bunları kitaplarda kullanmaya olanak tanıdıkları için. Elbette bu imkanları veren başka iletişim araçları da var. Fakat ben blogların sağladığı olanakları kullanmayı seviyorum. Şunu da fark ettim ki ‘feministkilljoys’ kendiliğinden bir iletişim aracı haline geldi, içinde insanların kendi deneyimlerine benzeyen bir şeyler buldukları bir iletişim aracı. Blog için yazmanın benim yazı yazma biçimimde keskin değişimlere yol açtığını düşünüyorum. Cümleler sayfa üzerinde kendilerini daha farklı biçimlerde düzenler oldular. Aynı zamanda kelimelerin sahip oldukları ritmin de daha farkına varır hale geldim; kelimeler nasıl yankılanıyor, onları uygunsuz bir biçimde dizdiğimizde kendilerini nasıl yeniden düzenliyorlar… AF: Şunu da merak ediyorum, akademi senin için, hala, ‘ev’ diyebileceğin bir kurum mu? Eğer yukarda kullandığın ‘feminist killjoy’ (mızıkçı feminist) sözünü kullanırken hissettiğin herhangi bir duygulanım burayla ilgili olabiliyorsa, burası hiç ev olmuş olabilir mi cidden? SA: Bu benim için zorlayıcı bir soru. Akademisyen olmayı seviyordum, özellikle feminist bir akademisyen. Öğretmenlikten, araştırmacılıktan çok şey öğrendim, hatta yöneticilik görevlerimden bile! Eğitime katkı sunmak derin bir hazdı. Burada birçok anlamda evdeydim. Fakat On Being Included kitabında (2012) bahsetmiş olduğum akademinin ‘beyazlığına’ direnirken deneyimlediklerim, beyaz ırktan olmayan bir kadın olarak akademi içerisinde ‘çeşitlilik’ sayılmanın yarattığı güçlükler ve bunları takip eden, Living a Feminist Life kitabımda yazmış olduğum cinsel taciz ve zorbalığa imkan tanıyan kültürü değiştirme çabalarım karşısında deneyimlediklerim, akademinin pek çoklarımız için hâlâ bir ‘ev’ olamadığını daha derinden fark etmemi sağladı. Burada barınabilmek için neleri feda etmek gerektiğini ve burayı değiştirmeye çalışan bizim gibilere karşı kullanılan yöntemleri gördüm. Bunun değişmesi gerekiyor. Değişime katkıda bulunmak için kullanılabilecek pek çok yol var. Cinsel taciz soruşturmaları süreçlerinde bazı feministlerin erk’in meskenini parçalamaktan geri durduklarını gördüm. Belki de bazı problemlerin açıkça konuşulmasından veya kamusal alanda tartışılmasından ziyade kapalı kapılar ardında çözülmesini daha uygun buluyorlardır. Belki de kaybedeceklerini düşündükleri çok şey vardır ve bağlı bulundukları üniversite zarar görürse, üniversite içindeki feminist projelerin de zarar göreceğini düşünüyorlar. Hepimiz ödünler veriyoruz; dünya uzlaşmamızı gerektiren bir yer. Fakat ben ayrımcılığın olduğu bir kurumda ‘ev’de hissetmek istemiyorum. Bu sebeple şu sıralar kendimi akademi-ötesi (post-akademik) veya kurumlar-ötesi bir feminist olarak düşünüyorum. Bu ‘ötesi’ kısmı iyimserlik durumunu ifade ediyor. Pek tabii kötümser de olunabilirdi. Akademiden uzaklaştım fakat öyle ya da böyle buralarda olacağım. AF: On Being Included kitabının üzerinde biraz daha durmak isterim. Önceki çalışmanın formuyla Living a Feminist Life arasındaki benzerlikler ve belki de akademi-ötesi veya kurumsallık-ötesi düşüncenden kaynaklanan üslup değişikliğin… On Being Included akademiyi başlangıcından bugününe beyazların kalesi olmuş bir yapı olarak değerlendirdiğin ve zamanında epey tartışma yaratmış bir çalışma. Beyaz olmayan bir öğrenci veya akademisyen olmanın akademi içinde ‘çeşitlilik’ unsurlarından sayılmak ve neredeyse her zaman, misafirperverliğin bazı koşullara bağlı olduğu bir ‘konuk’ olma durumu olduğunu yazdın. Buna göre akademinin ‘beyazlığını’ afişe etmek bazılarını ‘nankör’ diğerlerini yabancılaşmış yapıyor. Yine de merak ediyorum farlılık ve çeşitlilik üzerine çalışan ve daha çok insan hikayeleri ve feminist pratiklerden beslenen biri olarak, bu bilgileri blogunda veya yeni kitabında kullanabilmek için nasıl bir araştırma yöntemi kullandın? Öyle görünüyor ki anekdot ve tanıklığa bağlı hafıza çalışmaları epistemolojik olarak farklılaşıyor. Bu belki de somut veya matematiksel verilere dayalı araştırmacılığın baskın olduğu akademik dünyanın yapısından bütünüyle farklı. SA: On Being Included’ta kitap haline gelecek araştırmalarımı yapmak ve birkaç yıl içinde onları kitaplaştırmak, bende, daha önce yaptığım işlere karşı bir uzaklık hissi oluşturdu. 2001’de Lancaster’ın Kadın Çalışmaları bölümünün başına atandım—Kadın Çalışmaları bölümlerinde sık görüldüğü üzere oldukça çaylak da olsam ustalık pozisyonu aldım) ve dekanların ve diğer bölüm başkanlarının hazır bulunduğu fakülte toplantılarına katıldım. Farkına vardım ki çalıştığın işte feminist olmak, üzerine çalışılması gereken bir konu, sadece üniversite içinde de değil. Bu akademi içindeki ayrımcılığı, üzerine çalışılması gereken, sistemin kendi içine işlemiş bir yapı olarak görmemi sağlayan deneyim oldu. Bundan önce de üniversitelerin ‘beyaz’ alanlar olduklarını biliyordum: Bunu ırk meselesiyle alakalı yazmış olduğum makaleleri sunarken ve bütün konuşmacıların beyazlardan oluştuğu konferanslarda, rutin olarak, sorularıma savunmacı cevaplar alırken deneyimlemiştim. Lancaster’da beyazlık sizi kuşatır ve siz neyin sizi temsil etmediğine dikkat kesilmeye meyillisinizdir. Fakat birdenbire, beyaz olmanın bir başarı olarak sunulduğu, ayrımcılığın meşrulaştırılıp yeniden üretildiği fakülte toplantılarında buldum kendimi. Komite üyelerinden birinin Lancaster’ın beyazlığının sadece coğrafi konumundan kaynaklandığını söyleyişini hâlâ hatırlarım! Üniversitenin ırk eşitliği komitesinde olmaktan vazgeçtim çünkü burada ırkçılık meselesinin nasıl çözül(e)mediğine dair bir cevap buldum. Oraya uygarlık tarihi eğitimi almış bir araştırmacı olarak gitmedim. Okunan metinleri dinlemek, ‘farklı olma’ hali üzerine derin bir araştırma yapmak ve farklı olma durumunda yaşanan deneyimlere dikkat kesilmekle sonuçlandı. Düşündüm ki değişim momentleri benim ne söylediğimle ilgili değil ama neler söylendiğini duymakla alakalı. Beyazlığın nasıl işlediğini duyabiliyordum. Bu noktadan, birçok çeşitlilik komitesinde bulunabilmek için başvurular yaptım. Farklı olma durumunun vücut bulmuş halini görebiliyordum ve bu da daha fazla veri toplamak demekti. Bu sürecin sonunda, kendi çalıştığım kurumun tarihini gözden geçirme şansım oldu ve meseleyi farklı bir bakış açısıyla görmeye başladım. Beyaz olmayan kadın bir akademisyen ve etnograf olarak ben ve benim gibilerin kurumların işleyişine dair çok şey bildiğini iddia ediyorum. Çünkü bu kurumlara dahil olsak bile bir şekilde onlara daima yabancı kalıyoruz. AF: Topladığın hikayeler, düşüncelerin dışında, feminist pratiğinin biçim ve yapısını da değiştirdi mi? Bu hafıza yöntemi senin anlatı biçiminde merkezi gibi duruyor, Living A Feminist Life’ın metinlerinde de böyle. Bu kitapta, Audre Lorde’un bugün hâlâ siyah feminist teorinin mihenk taşı olan erken dönem yazılarından alıntılar yaptın. Öğretim görevlisi Mina Madga’nın bana anımsattığı üzere, bu melez ve siyahi feministlerin bakış açılarının beyazların baskın olduğu akademide hala pek konuşulmadığını ve tam olarak kabul de edilmediğini gösteriyor. SA: Bu kitapta, On Being Included için topladığım verilere dönüp tekrar bakmak benim için önemliydi—kitap taslağını kontrol edenlerden biri, kitabın orta kısmının tümüyle çıkarılabileceğini söyledi. Mecburen farkına vardım ki, araştırmalarımı kıyıya uzun bir sıçrayış gibi hissetsem de aslında sadece yürünen yolun bir kısmıydı. Bir yerlere ulaşabilmek için daha pek çok adım atmak zorundaydım. Çalıştığın işte bir feminist olmak ne anlama gelir, feminist bir hayatı yaşamak ne demektir; bunların bir parçası olarak topladığım hikayelere dönüp tekrar bakmak, onlara özen göstermek benim için önemliydi. Bu kitabımda, bana arşivlerin kırılganlığının nasıl ifade edilebileceğini öğreten siyahi ve melez feministlere çok şey borçluyum. Arşivleri, onları deneyimlediğimiz bariyerlerden, karşı geldiğimiz haksızlıklardan inşa ettiğimizi düşünmeye başladım. Ama aynı zamanda yaratıcılığımızdan da inşa ediliyorlar. Bunlar hayatta kalma hikayemizin parçası hep. Bu arşivler ‘yakınma’ üzerine olacak bir sonraki çalışmamda da dönüp bakacağım bir şey. Yapmamız gereken iş duvarlar yüzünden sesi duyulmayanlara kulak vermek. AF: Merak ediyorum, bugünkü beyaz akademik kurumlar beyaz kurumlar olduklarının farkındalar mı? SA: Öyle olduklarını düşünmüyorum! Çeşitlilik, yaratıcılık, eşitlik. Beyazlığın zaten, halihazırda, orada olduğunu gizlemek için, sürekli bu sözcükleri ve daha fazlasını kullanıyorlar. Çeşitlilik üzerine çalışmanın en zorlayıcı yanı da bu; ne kadar kullanışlı olabileceğini biliyorsun. Kendi çalışmalarının, karşısında mücadele ettiğin şeylerin çoktan üstesinden gelindiğinin kanıtı olarak kullanılabileceğini biliyorsun. AF: Eğer çeşitlilik iklimi beyaz bürokratlardan oluşan geniş bir hiyerarşik düzen içerisinde (üniversite başkanları, dekanlar, başvuru ofisleri ve fakülteler) koşullara bağlı ve samimiyetsizse bunu bilmek nasıl mümkün olabilir? Şunu merak ediyorum, senin araştırmalarının düzelticilik amacının hedef kitlesi üniversitedeki ‘beyaz güç’ mü? SA: Beyaz gücü bir okuyucum olarak hayal bile edemiyorum! Onların bunları okuyacaklarını sanmıyorum. Benim ulaşmayı amaçladığım okuyucular diğer feministler. Şunu belirtmek isterim ki özellikle, feminist öğrenciler için yazıyorum! Genellikle benim kuşağımdaki feministlerin küçümseyip ciddiye almadıkları feminist öğrenci hareketlerine karşı derin bir hayranlık duyuyorum. Parçalılık ve coşkunun bileşimini seviyorum. Problemlere isim koymayı, onlarla savaşırken veya çözüm olamazken de. Bir şeyleri değiştirmeye çalışanlara kulak vermeyenlere ulaşmanın zorunlu olduğunu düşünüyorum bazen. Bu önümüze çıkan duvarlardan küçük küçük parçalar koparma işinin bir parçası. Ben bu işi yazı ve araştırmalarımdan ziyade, üniversitedeki yöneticilik görevlerimi sürdürürken yaptım. Fakat bazen bu işi yapmaya çalışırken harcadığınız efor, enerji ve canlılığınızı yitirmenize de sebep olabiliyor. Bu bazen dikkatinizi, gücünü duvarları parçalamak için kullanan diğerlerinden uzaklaştırmanızla bile sonuçlanabilir. Bu sebeple bu kitapta ben düşman kurumlara karşı ayakta kalmaya çalışanlara hitap ediyorum, kurumların kendisine değil. AF: Tekrar tekrar kullandığın temel imgelerden birisi de ‘duvar’; bu feministlerin iş bulduklarında onların önünü kesip kendilerini gösteren duvarlar—evde, işte, dünyada yaşadıkları her yerde. Peki sen feminizmi coğrafi belirlenim kısıtlamaları olmadan hayal edip feminist fikirlerini bu bağlamda uygulayabiliyor musun? Yoksa çalışmalarını belirli jeopolitik bölgelerde kökleşmiş kendilerine özgü ‘duvarlarıyla’ ele almayı mı tercih edersin? Bunu soruyorum çünkü feminizmi sınırları olmaksızın, dile ve devlet evrenselliğine toslamayan, enternasyonal bir devrimci güç olarak düşünmek istesem de, belki de kilit nokta feminizm fikrinin özgürce hareket edebilmesi için evrensellik fikrinden vazgeçmektir. Senin yazılarını da bu hisle okumanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. SA: Ben kendimi daha çok belirli bir bölge özelinde çalışan biri olarak görüyorum, bulunduğum yer üzerine ve dünyaya oradan bakarak çalışıyorum. Tahminimce etnik olarak melez olmak ‘nereden’ sorusunu her zaman canlı tutuyor. Avustralya’nın küçük bir şehrindeki beyaz bir gettoda büyüdüm. Yerleşimci sömürgeciliğin olduğu bir ülkede, hâlâ işgal altında olan bir ülkede. Şimdi bu deneyimi düşündüğümde melez bir yerleşimci olduğumu görüyorum. Fakat buradayken, sık sık da başka yerdeydim; İngiliz bir anne, Pakistanlı bir baba ve Pakistanlı halalarımla. Böyle bir ailede büyümek, onların hatıralarıyla olmak demektir, onların anıları geleceğinin yapısını oluştururlar. Bu da benim için post-kolonyal ve bölünme sonrası dönemde yaşadığım anlamına geliyordu. Being A Question’ın birinci kısmında, içinde büyüdüğün ülkenin insanı sayılmamanın nasıl hissettirdiği üzerine konuştum. Nerelisin sorusunun sorulması—ki çoğumuza tanıdık gelen bir sorudur bu—öyle bir şeydir ki içinde sizin oralı olmadığınıza dair örtük bir iddia taşır. Fakat bu aynı zamanda kendinize sorabileceğiniz bir sorudur, çünkü melezsinizdir ve hiçbir yerde tam olarak evde olamama hissine sahip olabilirsiniz. Bu her zaman üzüntü verici bir duygu değil, tabii ki üzücü ve zorlayıcı da olabilir. Ama bu soru imkanlarla alakalı da olabilir, var olmanın değişik yolları olduğunu fark etmekle… Kitabın ilk taslağında melez olmak üzerine çok daha fazla şey vardı. Bunları bazı karmaşık nedenlerden ötürü kitaptan çıkardım. Fakat biliyorum, bu konuya tekrar döneceğim. Şüphem yok, çalışmalarımın büyük bir kısmı doğrudan Avustralya’da tecrübe edilmiş politik söylemden müteşekkil; özellikle barış ile ilgili, geçmişin yaralarını iyileştirme iradesi ile ilgili olanlar, yani cidden geçmişin üstesinden gelmek konusunda yardımcı olanlar. Aynı kelime haznesini kullanmayı denerse akademi dünyası da yeniden şekillendirilebilir. 1990’larda Birleşik Krallık’ta çalışan genç bir akademisyen olarak, Avustralya feminizmine ve onun gramerine, aşk ve umut üzerine yaptığı değişmez vurgulara derinden yabancılaştığımı hissettim—hadi buna beyaz Avustralya feminizmi diyelim. Hâlâ hatırlıyorum İngiltere’de Avustralya feminizmi ile ilgili bir konferansa gittiğimde, sonsuz sayıda beyaz konuşmacıyla bir araya gelmiştim—hiçbiri yerli olmayan konuşmacılar. Yerlilerle ilgili olan konu başlıklarının yalnızca beyaz Avrupa felsefesine referans olarak kullanıldığı bir konferanstı bu. Bu cidden yabancılaştırıcıydı ve bazı erken dönem feminist mızıkçılık denemelerimi bu konferansta pratiğe döktüm. Birleşik Krallık’a gelmek önemliydi. Kendimi birdenbire melez-siyahi ırkçılık karşıtı bir ütopyada bulduğumdan değil—elbette ki öyle değil; Britanya üniversiteleri de oldukça ‘beyaz’ ve bunun böyle olduğuyla ilgili ciddi bir inkar içerisindeler. Önemliydi çünkü içinde kendimi daha az yabancı hissettiğim bir alan bulmuştum, bu alan daha sonradan Siyah İngiliz feminizmi olarak adlandırılacaktı. Harikulade iş arkadaşım Heidi Mirza, bu isimde bir kitabın editörlüğünü yaptı, bu sene yayımlanalı yirmi yıl olacak. Bu kitabın bir parçası olmak—bu benim yayımlanan ilk çalışmalarımdan biridir—bir kolektifin parçası olduğumu hissettirdi. Bu parçalı bir kolektifti: siyahi kadın mücadelesi ve dayanışması, Asyalı ve etnik azınlık kadınların oluşturduğu parçalar (bizi genellikle BAME şeklinde kısaltırlar). Çoğunun aile tarihi Britanya sömürgecilik tarihiyle paraleldi. Bu kolektifin bir parçası olmak soyut ama yaşamsal bir damara sahip olmak gibiydi; birbirimizi bularak kendimize alanlar yaratmıştık. Bu cidden de yaşamsal bir damardı çünkü bazen birbirimizi ‘beyazlığın sularında’ kaybediyorduk, her ne kadar direniyor görünsek de. İlk adım birbirimizi bulmak, sonrasında her şey çok daha mümkün hale gelecektir. Böylece bariyerlere çarpma hikayelerimizi anlatma fırsatı bulmuş oluruz. Bu hikayeleri paylaşmak çok önemli, ortak bir amaca hizmet etme hissi veriyor. Bizim hayal kırıklıklarımız tarihsel birer kayıt! Irk ayrımcılığıyla ilgili deneyimlerimizi paylaşmak duvarı yıkmaz, ama devam edebilmenize yardımcı olur. Eklemem gerekir ki bu tarihten itibaren Avustralya’da epey vakit geçirdim. 1999 yılında uzun yıllık iznimi ilk diplomamı aldığım Adelaide Üniversitesi’nde geçirdim. Burada Fiona Nicoll ve Aileen Moreto-Robinson ile tanıştım, birlikte vakit geçiriyorduk ve her şey hakkında gevezelik ettik: yerlilerin egemenlik hakları, mahcup beyazlık, barış politikaları. Onlarla kurduğum arkadaşlık ve ittifak bu tarihten itibaren benim çalışmalarımı şekillendirdi. Bu dönemde Australian Critical Race and Whiteness Studies Association’ın kuruluşu çok mühim bir meseleydi. Bana göre bu kurum ciddi bir değişim yarattı. 2007 yılında bu derneğin bir konferansına makalem ile katıldım. Yerli akademisyen Tony Birch’i dinledim, Irene Watson da önemli notlar paylaştı. Ve ben ilk defa ‘beyazlık denizi’yle karşı karşıya gelmedim. Bu olağanüstü bir deneyimdi. Fakat bu tarihlerden öncesine—1990’ların sonu ve 2000’lerin başı—geri döndüğümde siyahi ve melez feministlerle beyazlık üzerine birçok tartışma yaptık, bu tartışmalar benim kişisel tarihimde önemli bir yere sahipler. Birleşik Krallık’a geldiğim tarihe kadar hayatımın şekillenmesinde önemli bir yer kaplayan ırkçılık üzerine çalışmadım. Avustralya’yı bırakıp gelene kadar hazır hissetmiyordum. Bazen deneyimlerimizi keskinleştirmemiz için önce uzaklaşmamız gerekir. Sonra eve döneriz ve orada epeyce farklı şeyler buluruz. Living A Feminist Life benim için, öncesinde yaptığım bütün çalışmalarımdan daha fazla ‘eve dönme’ anlamı taşıyor. Bunu geçmişe sünger çekmek olarak tanımlıyorum. Süngerin neleri temizleyeceğini kim bilir! Feminizm: Bu sefer dünyaya bir sünger çekiyoruz, dinliyoruz, temizliyoruz, bozuyoruz. Kendi dağınık muhabbetimizi bizimle ilerleyen pek çok kişi ile paylaşıyoruz. Ulusaşırı feminizmin çalışmakla ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum; ulusal sınırları aşan çalışmaları birlikte yapıyoruz, ama bu sınırların varlığı bazılarımız tarafından vazgeçilmez olarak anlamlandırıldığında aynı zamanda bu sınırların üzerinde de beraber çalışıyoruz. Bazıları seyahat edebilir bazıları edemez. Müslüman bir isimle seyahat etmek hızınızı kesebilir. Durdurulup sorularla köşeye sıkıştırılabilirsiniz. Bazen çalışmayı kesmek veya seyahat etmeyi reddetmek zorunda kalırsınız; bazen de davetkar olmak. Çalışmalarınızı gerçekleştirmek için farklı yollar bulursunuz. Ben ulusaşırı feminizme Audre Lorde’un bıraktığı mirasın çerçevesinden bakıyorum. Audre Lorde’un yaşamıyla ilgili olan The Berlin Years filmini izlediğimde şu notları almıştım: “Filmden anlaşılıyor ki ‘ulusaşırı’, gerçek bedenler tarafından oluşturulmuş yaşayan/canlı bir alandır, bir broşürde nasıl işlemesi gerektiğini anlatan cilalı bir sözcük değil. Bizim dilimizi bilmeyen diğerlerinden de bir şeyler öğrenmeye mecburuz. Konforlu alanlarımızdan çıkıp kulaklarımızı açmak ve dinlemek zorundayız. Özellikle ulusaşırı siyahi feminist hareketin politika anlayışından bir şeyler öğreniyoruz: Afro-Amerikan ve Afro-Alman kadınlar birbirleri ile konuştuklarında, farklı diasporalardaki melez kadınlar birbirleri ile konuştuklarında neler olabilir? Kuşaklar arası, zaman ve mekanı aşan bir iletişim! Farklılıklardan farklılıklar öğreniyoruz. Ulusal olanın ulusaşırı olduğunu da öğreniyoruz: Almanlık veya İngilizliğin imparatorluk ve sömürgecilik tarihi tarafından biçimlendirildiğini. Bu ki bizim yaşamlarımızın birçok alanında etkili; göçmenler konargöçerlikleriyle bizlerden birer parça bırakıyorlar her yere.” Bunun, çalışmayı vurgulamasına rağmen yine de epeyce iyimser bir alıntı olduğunu biliyorum. Fakat bu kadın hareketinin özgürlüğüne veya kısıtlamalardan tamamen özgür olmasına dayanan bir iyimserlik değil. Bana göre ulusaşırı feminizm çalışmalarımızı gerçekleştirmenin umuduyla alakalı, nerede isek orada çalışmakla, kısıtlamalarla ve kısıtlama olmadan çalışmakla. AF: Son olarak, hem feminist çalışmalara katılıp hem de sağlıklı kalmayı, kişisel bakım ile sağlıklı yaşam için çalışan kuruluşlar arasında denge kurmayı nasıl başarabiliriz üzerine, özellikle queer aileler ve ailesi olmayanlarımız bağlamında da konuşmak istiyorum. Kapitalist emek bağlamında çalışan bir entelektüel ve gezgin bir konuşmacı olarak, peki sence feminizm çalışma pratiğimizi, kapitalist iş bölümünü ve dinlenme hakkımızı yeniden kurgulamamıza yardımcı olabilir mi? Canlı örnekler olarak yaşlılar hemen burada duruyorlar, çalışma arkadaşlarının veya dostlarının bu konuda önemli sayılabilecek önerileri var mı? SA: Denge sözcüğünü duyduğumda genellikle bir duraksarım; çalışma ve hayatı yaşama dengesi bağlamında çokça kullanılır bu sözcük. Ben hiçbir zaman yaptığım hiçbir şeyde tam olarak dengede hissetmedim! Bence queer hayatı yaşama biçiminde dengenizi kaybettiğiniz anlar, diğer her şeyi havaya savurduğunuz fırsat anlarıdır. Bu soruyu birçok yoldan cevaplandırabilirim. Living A Feminist Life’daki fikirlerden biri de şu doğrultuda düşünmektir: Bizim kendimizin inşa etmediği kurumlarda çalışanlar bize sadece farklı bilgiler değil farklı dünyalar da verecektir. Diğer dünyalarla bağlantılarımızı canlı tutmak çok önemli. Yaşlılarımızın bilgeliği bu dünyaya aittir. Kurumsallaşmış yapılarda çalışmak ve duvarlarla karşılaşmak yorucu olabilir; tükenmiş hissedebiliriz, tüketilmiş olabiliriz. Fakat ne zaman durmamız gerektiğini bilmeye ihtiyacımız var. Ben her zaman iş saatlerine ve mesai dışı saatlerime sadık olmuşumdur. Belki de yeni başlayan öğrencilerin mola saatlerini uzatırım! Moladan geldiklerinde daha üretken olmayacaklardır, çünkü zamanın araçsal kullanımı gerçek bir dinlenme yaratmaz. Bu sadece zaman konusunda esneklik payına ihtiyaç duymamızdan kaynaklanır; başka şeyleri hatırlamış olmak için. Dışarıda işinde olduğundan çok daha fazla yaşamsallık var, işini ne kadar seversen sev. Sigorta sistemleri cidden önemliler. Bazı insanlar hayata hangi koşullarda gelmiş olduklarına ve onlar dünyaya geldiklerinde dünyada olup bitenlere bağlı olarak daha az desteğe sahiplerdir. Kendi destek sistemlerimizi yaratmak, kırılgan olanları desteklemek feminist ve queer bir yaşam sürmede merkezi önemdedir. Çünkü şunu iyi biliyoruz; en çok desteğe ihtiyaç duyanlar en az desteklenenlerdir. En çok öneri aldığım yerlerin kitaplar olduğunu zannediyorum. Aynı zamanda siyahi feministlerin kişisel bakım üzerine yazdıklarından da ilham alıyorum, kendi kişisel bakım yöntemim olan Killjoy Survival Kit’i Audre Lorde’un bilgeliğine dayanarak oluşturdum, özellikle onun olağanüstü “The Burst Of Light” metnine. Bence kişisel bakım olayı neoliberalizm ve bireycilik gibi çok çabuk laçkalaştı. Lorde’a göre kişinin kendisine özen göstermesi, yorulma kapasitesine sahip hassas bedenlerimiz içerisinde nasıl barınılabileceğimiz ile ilgilidir. Bizi yoran dünya içerisinde var olabilmek için yollar bulmaktır. Kendini önemsemek aynı zamanda başkalarının da önemsenmesidir. Bu önemli bir iştir, genellikle de acılı, bunlar ev işleri veya daha pratik işler olabilir. Bu birbirinin varoluşu için gerekli koşulların devam ettirilmesidir. Ben onarım (repair) kelimesini pek sevmem: Irk politikalarında iyileşmeyi (recovery) işaret etmek üzere, yaraların ve adaletsizliklerin üzerinin kabuk tutması, yeniden-örtülmesi ya da örtülmesi anlamında kullanılabiliyor. Fakat onarımın, giyinme ve ağlamanın bir hayatı yaşamanın parçası oluşu gibi, bir şeylerin devam etmesi için yapmamız gereken sıradan bir eylem olduğunu düşünmeye yardım ettiğini düşünüyorum. Kelimeler giyilebilir, bedenler de, ne kadar istenirse o kadar. Hatta şunu söyleyebilirim: feminizmin çalışma ve dinlenme ayrımını yeniden hayal etmemize yardım etme yollarından biri, birçok feministin aşkınlığa, üstün ve arkada olmaya değil ama ‘sıradan’a, gündelik hayatın içine batmış olmaya yapmış olduğu derin vurgu olabilir. Bakım emeği budur. Etrafında yemek yediğimiz, buluştuğumuz, kutladığımız mutfak masasını ve renkli kadınların mutfak masasını nasıl bir yayınevine dönüştürdüğünü düşünüyorum. Masalarla bitirmek doğru gözüküyor; masa önemli. Çeviren: Deniz Özge Çiçek
English to Turkish: Families, fertility and feminism: landmarks in women's rights General field: Social Sciences Detailed field: History
Source text - English https://www.theguardian.com/global-development/2017/jul/27/families-fertility-feminism-landmarks-in-womens-rights-timeline
Translation - Turkish Kadınlar, güvenli aile planlaması yöntemlerine ve kürtaj hakkına erişim ve gebelikteki ölüm riskinin azaltması için uzun, zorlu bir mücadele verdiler. Bu mücadelenin modern tarihine baktığımızda iniş çıkışlarla dolu bir hikaye görürüz. Liz Ford Kadınlar yüzyıllardır daha iyi bir yaşam hakkını savunmak için örgütlenmekte, ancak en dikkate değer değişimlerin bazıları geçtiğimiz 40 yıl içerisinde olageldi. Büyük başarılar ya da küçük adımlarla ilerlenen, bazen de gerilenen bir yolculuktu bu. Bu süreçte, dört uluslararası kadınlar konferansı, birçok Birleşmiş Milletler (BM) kararı ve iki grup olarak belirlenmiş küresel hedefler, hepsi üzerine düşeni yaptı. Pek çok kadın için çocuk sahibi olup olmayacağı veya ne zaman kaç çocuk doğuracağı kendi kontrolü dışındayken, cinsel sağlık ve üreme hakları hala en çok tartışılan konulardan biri. Gebelik ve doğumla ilişkili anne ve çocuk ölümlerini azaltmak, aile planlamasına erişimi arttırmak ve sağlık sistemini geliştirmek konusunda büyük aşamalar kaydedildi. Ancak hala kazanımlarımızı korumak için güçlü bir mücadeleye devam etmemiz gerekiyor. 1975: Kadınların yılı Dünya genelinde ortalama doğurganlık oranı 4.17. Dünya nüfusu 4 milyar Birleşmiş Milletler 1975 Uluslararası Kadınlar Yılı’nı ayrımcılığa karşı mücadeleyi öne çıkarmak için belirledi. Dört dünya kadın konferansının Meksika’da düzenlenen ilk ayağı, 133 ülkenin ve dünyanın farklı yerlerinde örgütlenen 6000 kadar sivil toplum örgütünün katılımıyla gerçekleşti. “Tarihteki en büyük bilinç yükseltme organizasyonu” olarak tanımlanan bu konferans, sağlık hizmetlerine erişimin iyileştirilmesi ve aile planlaması hizmetlerinin arttırılmasını da kapsayan, kadın haklarını geliştirmek üzerine on yıllık bir eylem planıyla sonuçlandı. Dünya genelinde doğurganlık oranı ortalaması 4.17 idi. Kadınların ortalama sekiz çocuk doğurduğu Ruanda, Yemen ve Libya en yüksek oranlara sahip ülkeler arasındaydı. ABD ve İngiltere ise 1.77 ve 1.81 rakamları ile görece düşük oranlara sahip ülkeler olarak kaydedildi. 1972’de, ABD medeni durumuna bakmaksızın tüm kadınlar için doğum kontrol yöntemlerini yasal hale getirdi. İngiltere’de doğum kontrol hapının bütün NHS’lerde (Ulusal Sağlık Sistemi) herkes için erişilebilir hale getirilmesi 1961 yılında gerçekleşmiş olsa da, bu yöntemin kliniklerde ücretsiz olarak dağıtılmasına 1974 yılında başlandı. 1976 BM’nin kadınlara atfettiği 10 yıllık dönem, Meksika’da yapılan konferansta kararlaştırılmış eylem planının yürürlüğe konması hedefiyle başlar. Aralık ayında, BM, kadın haklarını destekleyecek programlar için kullanılmak üzere kadınlar için kalkınma fonu Unifem’i oluşturur. 1977 ABD’de ülke genelinde pek çok temsilcinin katıldığı ilk ulusal kadınlar konferansı Houstan’da düzenlenir. Toplantıya katılan delegeler eşit haklar yasasında değişiklik, düşük maliyetli ve yüksek nitelikli çocuk bakımı, tecavüz tanımının evlilik içi cinsel saldırıyı içerecek şekilde genişletilmesi ve sağlık yardımının kürtaj masrafları için kullanılabilmesine yönelik bir mütalaa oluşturulması yönünde bir eylem planını onaylar. 1979 BM, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) kabul eder. Kadın hakları açısından uluslararası bir kanun taslağı gözüyle bakılan bu anlaşma, üreme hakkının “kadınların en hayati öneme sahip endişesi” olduğunu açıklar ve kadınların aile planlaması ile ilgili bilgi, tavsiye ve diğer sağlık hizmetlerine erişebilir olmaları gerektiğini ifade eder. 1980: İlerlemeler ve tıkanmalar Dünya genelinde ortalama doğurganlık oranı 3.7. Dünya nüfusu 4.4 milyar 10 yıllık dönemin ortasına gelindiğinde kaydedilen ilerlemeyi değerlendirmek üzere Kopenhag’da dünya kadın konferansının ikincisi düzenlenir. 145 ülkeden temsilci katılır. Konferansta, kadınları kalkınma planlarına dahil etmek üzere adım atmış olan hükümetler bu adımları attıkları için övgüye değer bulunsa da bütçenin ve bu girişimleri tamamlamak için gerekli siyasi iradenin yetersizliği eleştirilir. Takip eden yılların temasını da oluşturacak olan bu durum, pek çok ülkedeki kadınlar için oldukça yetersiz bir değişimle sonuçlanmıştır. Dünya nüfusu, önceki on yıla oranla %18 artmıştır. 1984 ABD devlet başkanı Ronald Reagan, nüfus üzerine Meksika’da düzenlenen bir konferansta, ABD’den bütçe desteği alarak ABD dışında faaliyet göstermekte olan organizasyonların kürtaj desteği için başka organizasyonlardan parasal destek almasını yasaklayan bir kanun tasarısını takdim eder. Meksiko tasarısı veya bilinen diğer adıyla Global Gag Rule,[1] 1973 yılında kabul edilmiş olan Helms yasasının getirdiği kürtaj için yardım kısıtlamalarının devamını teşkil etmektedir. Helms, ABD yardımlarının kürtaj için kullanılmasını yasaklamış, ancak organizasyonların bunun için dışardan para desteği almasına izin vermiştir. 1985: Onuncu yıl Dünya genelinde ortalama doğurganlık oranı 3.5. Dünya nüfusu 4.8 milyar Belirlenen on yıllık sürenin sonuna gelindiğinde, elde edilen başarıları değerlendirmek üzere dünya kadın konferanslarının üçüncüsü Nairobi’de düzenlenir. 157 ülkeden, 1400 delegenin katılımıyla gerçekleşen konferansta, toplumsal cinsiyet eşitliğinin hala pek çok kadın için uzak bir ihtimal olarak kalmış olduğu görülür. Kadınların kalkınmadaki rollerinin merkezi olduğunun altını çizen katılımcılar, kadına yönelik şiddetin sonlandırılması için yapılması gereken hala çok şey olduğunu belirtir. Konferansta toplumsal cinsiyet eşitliği önündeki engellerin aşılması için stratejiler geliştirmek ve kadınların barış ve kalkınmadaki rollerinin desteklenmesi konusunda fikir birliğine varılır. Bu kriterler arasında kadınların karar verici makamlara dahil edilmesi için hükümetlere baskı uygulanması da vardır. ABD, BM’nin Kemp-Kasten yasası altında yaptığı nüfus fonuna olan desteğini, kürtaja ya da kısırlaştırma operasyonlarına destek veren yabancı yardım kuruluşlarına para desteğinin yasaklanması kuralı gereği durdurur. 1989 Şili devlet başkanı Augusto Pinochet, görev süresinin sonundayken kürtaj hakkını gerekçeleri ne olursa olsun yasaklayan bir kanun değişikliği yapar. Şili artık—Vatikan hariç—kürtajı tamamen yasaklayan beş ülkeden biridir. Diğer ülkeler; El Salvador, Dominik Cumhuriyeti, Malta ve Nikaragua’dır. Latin Amerika ve Karayipler dünya genelinde en yüksek “tehlikeli kürtaj” oranına sahiptir. 1990 Dünya genelindeki gebelik ve doğumda anne ölümü ortalaması, her 100,000 canlı doğumda 385 kadının hayatını kaybettiği ortaya çıkmaktadır. Bu oran, bir yılda ortalama 532,000 kadının gebelikte ve doğumda hayatını kaybediyor olduğu anlamına gelmektedir. Ölüm oranının en yüksek olduğu doğu ve güney Afrika’da her 100,000 canlı doğumda 913 kadın, batı ve orta Afrika’da ise her 100,000 doğumda 1,100 anne hayatını kaybetmektedir. Dünya nüfusu son on yılda %15 oranında artarak 5.3 milyar rakamına ulaşmıştır. 1993 Bill Clinton ABD başkanlığına gelir ve Global Gag Rule yasasını feshederek BM Nüfus Fonu’nu desteklemeyi kaldığı yerden devam ettirir. İnsan hakları üzerine Viyana’da gerçekleşen dünya konferansında kadına yönelik şiddet, insan hakkı ihlali olarak tanınır ve BM Genel Kurulu, şiddet biçimlerinin ve bununla mücadele etme alanlarının tanımlandığı Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Beyannamesi’ni kabul eder. 1994 Kahire’de düzenlenen uluslararası nüfus ve kalkınma konferansında, 179 ülke kadınların üreme sağlığı ve haklarının nüfus ve kalkınma için planlanan programların mihenk taşı olması gerektiğini onaylar. Üye devletler, gebelikte anne ölümü oranlarını düşürmek için çalışılacağı ve üreme sağlığı hizmetlerine erişimin herkes için temin edileceği konusunda fikir birliğine varır. BM’nin gözlemci üyesi Vatikan, aile planlamasının belgelere dahil edilmesinin Katolik Kilisesi’nin bakışını değiştirmeyeceğini ve “kürtaj ya da kürtaja erişimin bahsi geçen şartların bir başka yönü olduğunu düşünmediklerini,” söyler. Sri Lanka’dan Radhika Coomaraswamy, kadına yönelik şiddet için görev alan ilk özel raportör olur. 1995: Pekin tasarısı Ortalama doğurganlık oranı 2.8. Gebelik ve doğumda anne ölüm oranı 369 (her 100,000 canlı doğumda). Dünya nüfusu 5.7 milyar Pekin’de gerçekleşen dördüncü dünya kadın konferansında, kadınların güçlendirilmesi için şimdiye kadarki en yenilikçi içeriğe sahip 12 maddelik bir tasarı oluşturulur. 189 üye devlet tarafından imzalanan bu tasarı, erişilebilir ve yüksek nitelikli sağlık hizmetleri için çağrıda bulunmaktadır. Gebelik ve doğumda anne ölümlerinin, 2000 yılına kadar 1990 oranının %50’si kadar azaltılması, 2015 yılında ise sonucun tekrar yarıya indirilmesi hedeflenmiştir. Önerilen çerçevede aile planlama servislerinin kapsamı genişletilerek, çocuk yaştaki evliliklerin de önüne geçilmesi istenmektedir. Peru devlet başkanı ülkesinin zorla kısırlaştırmaya yönelik bir politika izlediği yönündeki iddiaları reddederken, ABD First Leydisi Hillary Clinton, “İnsan hakları kadınların hakkıdır ve kadın hakları insan haklarıdır” diye bir beyanda bulunur. 2000 Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, kadınların çatışma çözümü ve barış inşası süreçlerindeki rollerini tanıyan, ayrıca kadınların savaş deneyimlerinin özgüllüğü ve savaş sonrası ihtiyaçlarının kabulü açısından bir dönüm noktası niteliği taşıyan 1325 sayılı yasa tasarısını onayladı. Sonraki 15 yılda kadınlar, barış ve güvenlik konularıyla ilgili, tecavüzün bir savaş aracı olarak kullanıldığının ve barış süreçlerinin tüm aşamalarına kadınların daha fazla dahil edilmesinin gerekliliğinin kabul edilmesini de içeren yedi tasarı daha yasalaşacaktı. 2015 yılına kadar, 10 barış anlaşmasının yedisi toplumsal cinsiyet ve kadın konularına referans içerecekti, fakat kaynak bulma hala bu tür kırılgan meselelerde kadınların ihtiyaçları olan desteği bulmaları önünde bir engel olarak durmakta. Ayrıca kadınlar hala müzakere masalarında yoklar. BM Genel Meclisi Milenyum Beyannamesini kabul etti. 2001: Milenyum sorunları Ortalama doğum oranı 2.6. Gebelikte anne ölüm oranı 332. Global nüfus 6.2 milyar Dünya hükümetleri Milenyum Beyannamesi’ne dayanarak, yoksulluk ve açlığa son vermek üzere sekiz madde içeren “milenyum kalkınma hedeflerini” ilan etti. Bu hedefler arasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin teşviki, kadınların güçlendirilmesi, bebek ölümlerinin önüne geçilmesi ve 1990 yılına ait gebelik ve doğumda anne ölüm oranlarının 15 yıl içerisinde üçte bir oranında azaltılması taahhüdü de bulunuyordu. Bu noktada, gebelik ve doğumda anne ölüm oranı her 100.000 canlı doğumda 332’ydi. Afrika genelinde oranların düşürülmesinde ilerleme kaydedildi fakat istatistiklere göre hala bu oran doğu ve güneydoğu Afrika’da 766, batı ve orta Afrika’da ise 973. George W. Bush ABD başkanlık yemini etti ve ardından “küresel susturma kuralını” (Global Gag Rule) yeniden yürürlüğe koydu, fakat Kemp-Kasten’i tekrar yürürlüğe koymadan önce bir sene bekledi. 2005 Küresel ölçüde aile planlamasına erişim, Milenyum Kalkınma Hedefleri arasına beşinci hedef olarak eklendi. Küresel olarak doğum kontrolü kullanımı 1990’dan beri iki katına çıkmışken, kadınların sadece %22’si herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanıyordu. Araştırmalar gösteriyor ki ortaöğretimi tamamlamış kadınlar doğum kontrolü kullanmaya daha yatkınlar. 2009 ABD başkanı Barack Obama, “küresel susturma kuralını” feshetti. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) hesaplamalarına göre güvenli olmayan kürtajlar sırasında gelişen komplikasyonlardan her yıl 47.000 kadın hayatını kaybediyor, ki bu sayılar gebelik ve doğum sırasında gerçekleşen tüm anne ölümlerinin %13’ünü oluşturuyor. Obama BM Nüfus Fonuna kaynak sağlamayı yeniden başlattı. 2010: Aile Planlaması sahnenin merkezinde Ortalama doğum oranı 2.5. Gebelik ve doğumda anne ölüm oranı 246. Dünya nüfusu 6.9 milyar Milenyum Kalkınma Hedefleri, yüksek gebelik ve doğumda anne ölüm oranlarına karşı mücadele etti fakat hedefin uzağında kalındı. Yıllık ortalama düşüş %2.3, hedefe ulaşılması için yarıdan biraz az olan %5.5’lik bir azalma gerekiyordu. Sahra-altı Afrika ve Güney Asya’da bazı gelişmeler kaydedildi, örneğin sırasıyla her 100.000 canlı doğumda 870’ten 640’a ve 590’dan 280’e bir düşüş gözlendi. Doğum kontrolü kullanımındaki ilerleme 2000’den beri yavaşladı ve Sahra-altı Afrika ve Okyanusya’da oldukça düşük kaldı. BM cinsiyet eşitliği konusunda çalışmalarını hızlandırmayı amaçladı, Birleşmiş Milletler Kadın Birimi’ni oluşturmak üzere kurumun ayrı ayrı çalışan dört organı birleştirildi. Oluşturulan bu yeni yapının görev tanımı oldukça geniş—kadına karşı şiddete eğilmekten tutun da, kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi ve lider kadrolara kadınların teşvikine kadar—ama bütçesi de bir o kadar kısıtlı. Kurumun ilk icra direktörü Michelle Bachelet[2] oldu. 2011 BM İnsan Hakları Birimi, ayrımcılığı bitirmeye yönelik bir çağrı niteliğinde olan cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği ile ilgili ilk BM yasa tasarısını hayata geçirdi. 2012 Bağışçılar, doğum kontrol yöntemleri kullanımı yaygınlık oranlarının en düşük olduğu 69 ülkede aile planlamasına erişimi artırmak amacıyla 2.6 milyar dolar fon sağlamayı taahhüt ettiler. Bu karar 2020 itibariyle 120 milyon kadın ve kız çocuğunun daha doğum kontrol yöntemlerine ulaşmasını hedefliyordu. Aktivistler, BM Kadının Statüsü Komisyonu’nun kadınların üreme hakları konusunda devam eden tartışmalar nedeniyle üzerinde anlaşılmış vaatleri yerine getirmemesine dair kızgınlıklarını dile getirdiler. Dini ve muhafazakar gruplar her sene, yıllık forumda, konu hakkındaki müzakereleri sabote etme girişiminde bulundu. Aynı sene BM Genel Meclisi kadın sünnetini yasaklayan bir yasa tasarısını hayata geçirdi. Her sene, tahmini olarak, üç milyon genç kız kesilme riskiyle karşı karşıya. 2014 Birleşik Krallık çatışma hallerinde cinsel şiddeti bitirmek üzerine yapılan zirveye ev sahipliği yaptı ve 122 devlet bu konuda inisiyatif alacaklarına dair söz verdiler. Zirveye, etkinliğin sponsorluğunu İngiltere dışişleri sekreteri William Hague ile birlikte yapan Hollywood aktrisi ve BM iyi niyet elçisi Angelina Jolie de katıldı. BM Genel Meclisi çocuk evliliklerine son vermeyi amaçlayan “tarihi” bir tasarıyı hayata geçirdi. Kampanyacıların öngörülerine göre, eğer hiçbir önlem alınmazsa 2050’ye kadar 1.2 milyar kız çocuğu henüz çocuk yaşlarında “evlenmiş” olacaklardı. Bachelet, BM Kadın Birimi başkanlığı görevinden istifa ederek Şili’nin başkanı olarak ikinci kez yemin etti. Bachelet Şili’de kürtajı yasaklayan yasanın değişmesini öncelikli görevi olarak belirledi. 2015: Yakalanamayan hedefler ve yeni fırsatlar Ortalama doğurganlık oranı 2.4. Gebelik ve doğumda anne ölüm oranı 216. Dünya nüfusu 7.3 milyar Milenyum Kalkınma Hedefleri’nin mühletinin dolmasını işaret etmek üzere yayınlanan istatistiklere göre 1990 yılından beri doğum ve hamilelik nedeniyle ölen kadın sayısı dünya genelinde %45 azalmış durumda. Güney Asya’da ölümler %64 oranında azalırken, Sahra-altı Afrika’da %49’luk bir azalma kaydedildi. Yine de bu iki bölge halen dünya genelindeki gebelik ve doğumda anne ölümü oranlarının %86’sını oluşturmakta. Milyonlarca kadın halen eğitimli sağlık görevlilerinin yardımından ve doğum öncesi eğitiminden mahrumlar. Doğum kontrolü kullanım yaygınlığı oranları, evli veya herhangi bir birliğe üye kadınlar arasında—dünya genelinde—%64 oranında arttı fakat istatistiklerde bölgeler arasında halen büyük dengesizlikler devam etmekte. BM’ye göre eğer aileler ortalama olarak bir çocuk az dünyaya getirirlerse 2030’da tahmini dünya nüfusu 9 milyardan 8 milyara düşecek. Eylül ayında, BM üyesi devletler 17 “sürdürülebilir kalkınma hedefi” belirlediler. Bunlar arasında üçüncü hedef, 2030 itibariyle gebelik ve doğumda anne ölüm oranını her 100.000 canlı doğumda en fazla 70’e indirmek ve dünya genelinde aile planlamasına erişimi garanti etmek. Epey kararlı kampanyalar sonucu aktivistler kadın ve kız çocuklarına karşı her türlü ayrımcılığın sona erdirilmesinin, kadın sünneti ve çocuk evliliklerini de kapsayacak biçimde garantilenmesini de kabul ettirdiler. 35 yılın ardından Çin, “tek çocuk” politikasından vazgeçti. Düşük doğurganlık oranlarının ülkeyi demografik bir krize sokmasından endişe ediliyordu. BM’nin tahminlerine göre 2022 yılı itibariyle Hindistan’ın nüfusu Çin’i geçecek. 2016 BM Nüfus Fonu (UNFPA), en büyük bağışçılarının kendi coğrafi çeperlerinde “mülteci krizi”ni aşmak üzere kendilerine söz verdikleri fonu sağlamadıklarından, bütçesinde 140 milyon dolar açık bulunduğunu duyurdu. Aktivistlerin dört senelik mücadelesinden sonra, Hindistan Yüksek Yargısı hükümete ülke genelindeki “kısırlaştırma kamplarının” üç sene içerisinde kapatılması emrini verdi. 2013-2014 yılları arasında çoğunlukla kadınları hedef almak üzere, hemen hemen dört milyon zorunlu kısırlaştırma icra edildi. Hindistan’ın başı 1970’lerden beri zorunlu kısırlaştırma suçlamalarıyla dertteydi. Savaşlarda cinsel şiddetin bir savaş aracı olarak kullanılmasına dair Uluslarası Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk dava, Demokratik Kongo Cumhuriyeti eski başkan yardımcısı Jean-Pierre Bemba’nın suçlu bulunmasıyla bitti. Bu zaman diliminde ayrıca Çad eski başkanı Hissène Habré yargısız infaz, tecavüz ve işkence gibi suçları dolayısıyla “insanlığa karşı suç” işlemekten suçlu bulundu. Habré kişisel olarak tecavüzden hüküm giyen ilk devlet başkanı oldu. Temyiz mahkemesi tecavüz suçlamasının geri çekilmesi başvurusunda bulundu fakat diğer tüm suçlamaları kabul etti. 2017 ABD başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’daki ilk mesai gününde “küresel susturma kuralı”nı sadece aile planlaması değil fakat bütün sağlık programlarını da kapsayacak şekilde genişleterek yeniden yürürlüğe soktu. Kadın hakları aktivistleri bu kararın kadınların mahvı manasına geldiğini söylediler. ABD ayrıca BM Nüfus Fonu’na katkı sunmayı da bıraktı. Kendi dönemindeki bütçe planlarında, Trump, ABD’nin aile planlamasıyla ilgili hiçbir projeyi fonlamayacağını duyurdu. Geçmişte ABD aile planlaması konusundaki en büyük iki bağışçıdan biri konumundaydı. Hollanda’nın başını çekmiş olduğu diğer devlet ve kuruluşlar, Bill ve Melinda Gates Vakfı gibi, oluşan bütçe açığını kapatmak üzere, “She Decides” (Kadının Kararı) kampanyası çerçevesinde 181 milyon avro bağışladılar. Toplanan bağış etkileyici de olsa aile planlaması hususunda, geçmişte, ABD’nin fonladığı 600 milyon dolar tutarındaki bağışın sadece küçük bir kısmını oluşturuyor. Dünya nüfusu 7.5 milyar fakat BM kendi büyüme istatistiklerini, 2023 itibariyle bu rakamın 8 milyara ulaşacağı yönünde revize etti. Tahminlere göre 2050 itibariyle dünya nüfusunun 9.8 milyara ulaşması bekleniyor. Büyümenin %50’si dokuz devletten kaynaklanacak, bunlar: Hindistan, Nijerya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Pakistan, Etiyopya, Tanzanya, ABD, Uganda ve Endonezya.