Pages in topic:   < [1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21] >
Off topic: İlginç yazılar
Thread poster: Adnan Özdemir
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 21, 2019

--Alıntı--

"Başörtüsünü çıkaran gazeteci Büşra Cebeci neler yaşadığını anlattı"


Odatv 21.01.2019 21:11

7077


Gazeteci Büşra Cebeci, geçmişte kullandığı başörtüsünü çıkardı. Bunu da Twitter'daki #TenYearsChallenge akımında paylaştı. RS FM'de yayınlanan Yavuz Oğhan'dan Bidebunudinle programına konuk olan Cebeci, başörtüsünü çıkardıktan sonra ailesinin tepkisini ve ilişkilerinin nasıl normalleştiğini anlattı.

Twitter'da gündem olan #10YearChallenge akımı Türkiye'de yeni bir tartışma başlattı. 10 yıl önce başörtülü olan ancak bugün başörtüsü çıkaran kadınların paylaştığı fotoğraflar tartışmalara neden oldu. Başörtüsünü çıkardıkları için kendisini daha özgür hissettiklerini söyleyen kullanıcılara destek de var eleştiri de…

Paylaşım yapanlardan biri de gazeteci Büşra Cebeci'ydi. Geçmişten başörtülü bir fotoğrafıyla başörtüsünü çıkardıktan sonraki halinin fotoğrafını paylaşan Cebeci, RS FM'de yayınlanan Yavuz Oğhan'dan Bidebunudinle programına konuk oldu.

“İLK DÖRT YILDA KORKUYLA YAKLAŞIRDIM”

“BAŞÖRTÜMÜ AÇTIĞIMDA SAÇIMI YAPMAYI BİLMİYORDUM”

8 yıl boyunca başörtüsü kullandığını belirten Cebeci, başörtülü olduğu dönemin ilk dört senesinde #TenYearsChallenge akımıyla gündeme gelen başörtüsünün çıkarılmasına korkuyla yaklaşacağını ifade etti. "Ama ikinci yarısında olaya normal bakacağıma emindim. Arkadaş çevrem de ona göre değişmişti. Arkadaşlarım yanımda alkol alıyordu bu benim için sorun değildi" diyen Cebeci, başörtüsünü kullanmayı bıraktıktan sonraki döneme ilişkin şunları söyledi:

“BAŞÖRTÜMÜ AÇTIĞIMDA SAÇIMI YAPMAYI BİLMİYORDUM”

"Başörtümü açtığımda da bana küpe falan aradık. Saçımı yapmayı bilmiyordum öğrendim"

Başörtüsünü çıkardıktan sonra ailesinin tepkisini anlatan Cebeci, şu ifadeleri kullandı:

“HEVESİNİ AL KAPAT GEL DEDİ”

"Benim ailem dindardır. Özellikle de babam. Biz küçük bir yerde yaşıyoruz. Boyabat'ta. Ben Konya'da okurken başörtümü çıkardım 3 ay boyunca ailemin haberi yoktu. Anneme söyledim 'Orada hevesini al kapat gel' dedi.

“DIŞARIDA ELİMDE ŞAL İLE GEZİYORDUM”

"Boyabat'a gittiğimde kafamı kapattım. Aynı gece babamla konuştum önce 'Ben yetiştiremedim eğitemedim' dedi. Ciddi olduğumu anlayınca sinirlendi blöf yaptı 'Yarın çıkart istersen' dedi. Çıkarttım ama bunu yapamayacağımı zannetmiş. Sonra farketti ve babamla 1.5-2 yıla yakın konuşmadık hatta yaz boyunca aynı sofraya bile oturmadık. Dışarıda elimde şal ile geziyordum. Benim o şekilde çıktığımı biliyor ama gözüne de sokmak istemiyordum.

“ANNEM ÖNCE BÜYÜK TEPKİ VERDİ SONRA BABAMLA ARAMDA KÖPRÜ KURDU”

"Annem büyük tepki verdi. Yanımda gezdirmekten utanıyorum balkondan atsan daha az canım yanar dedi ama sonra da babamla aramda bir köprü kurdu.

“EVE 6 AYDA BİR DEFA GİTMEYE BAŞLADIM”

"Yaz bittiğinde Konya'ya gittim. Eve 6 ayda bir defa gitmeye başladım. Gittiğimde babam 'Hevesini almadın ki' diyordu. 4 gün kaldım İstanbul'a geldim. Zorunlu stajım var diye yalan söyledim. Çünkü artık orada mesleğimi yapamayacağımı biliyordum.

“BABAM BASKI MEKANİZMASI OLDUĞUNU GÖRDÜ VE KENDİNE YEDİREMEDİ”

"Geçtiğimiz yıl yaptığım haberler vardı. Babam 3. röportajda beni aradı. Meğer her gece yeni röportaj yüklenmesini bekliyormuş. Aradı ve son röportajdan çok etkilendiğini söyledi. Babam ilk kez bir olayda baskı mekanizması olduğunu ve baskıya maruz kalan bir insan olduğunu gördü ve kendine yediremedi. Öyle normalleşmiş olduk.

Kaynak: https://odatv.com/basortusunu-cikaran-gazeteci-busra-cebeci-neler-yasadigini-anlatti-21011919.html


#tenyearschallenge -> https://twitter.com/hashtag/tenyearschallenge



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--

"Last year, billionaires saw their wealth grow by $2.5 billion a day while the poorest saw their wealth fall"


January 20, 2019 By Oxfam

*-*7471

Oxfam’s new report, “Public Good or Private Wealth”, shows how the growing gap between rich and poor is undermining the fight against poverty, damaging our economies and fueling public anger across the globe.

Billionaire fortunes increased by 12 percent last year—or $2.5 billion a day—while the 3.8 billion people who make up the poorest half of humanity saw their wealth decline by 11 percent. The research also includes that the number of billionaires has nearly doubled since the financial crisis, yet wealthy individuals and corporations are paying lower rates of tax than they have in decades, thanks in part to the new tax law championed by President Trump. The report is being launched as political and business elites head to the World Economic Forum in Davos, Switzerland this week.

“Since the global economy collapsed, we have learned nothing—the number of billionaires has nearly doubled, with a new billionaire being minted every other day,” said Paul O’Brien, Oxfam America’s Vice President for Policy and Campaigns. “While corporations and the super-rich enjoy lower tax bills, millions of girls around the world have no access to a decent education and women are dying due to a lack of maternal health care.”

The 2017 US tax bill is super-charging the worldwide tax race to the bottom and exacerbating the trend of governments dramatically cutting tax rates for wealthy individuals and corporations around the world. In the US, 30 people hold as much wealth as the poorest half of the population. Cutting wealth and corporate taxes predominantly benefits men who own 50 percent more wealth than women globally, and control over 86 percent of corporations.

“The recent US tax law is a master class on how to favor massive corporations and the richest citizens,” continued O’Brien.

While governments are under-taxing the wealthy and big corporations, public services are suffering from chronic underfunding or being outsourced to private companies that exclude the poorest people. In many countries, a decent education or quality healthcare has become a luxury only the rich can afford. Every day, 10,000 people die because they lack access to affordable healthcare.

Girls are pulled out of school first when the money isn’t available to pay fees, and women clock up hours of unpaid work looking after sick relatives when healthcare systems fail. Oxfam estimates that if all the unpaid care work carried out by women across the globe was done by a single company, it would have an annual turnover of $10 trillion.

Oxfam calls on governments to work on policies that ensure all workers receive a minimum ‘living’ wage, eliminating the gender pay gap, protecting the rights of women workers, and ensuring that the wealthy pay their fair share of tax would go far in achieving this goal. In the US, Oxfam pushes for Congress to urgently bring about a new set of tax rules that work for the many, not the few, rules that raise more revenue from under-taxed multinational companies, eliminate the incentives to shift profits offshore, and end the worldwide race to the bottom in corporate tax.

Kaynak: https://www.oxfamamerica.org/explore/stories/billionaire-wealth-grows-by-25-billion-a-day-while-poorest-wealth-falls/


▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--

"In El Salvador, a good credit history opens doors for a businesswoman"

January 11, 2019 By Chris Hufstader

//Rubelina Guevara started two stores using her savings and loans from her Saving for Change group to finance them. To start her second store, she also received a $3,000 loan from the government-run Banco de Fomento Agropecuario or Agriculture Development Bank, which set up a special line of credit for women Saving for Change group members. Oscar Leiva/Oxfam///rb


A born entrepreneur gets the capital she needs to expand her business.

Rubelina Guevara’s second store has been open for less than a year, and it’s still a work in progress. It’s in a room in her sister’s house on the main road in their hometown, a place called Calvario in northeastern El Salvador. The cement room has some plastic and metal shelves that contain rice, bread, and onions on the left; toilet paper, laundry soap, and plastic toys on the right. A child’s yellow bike is in one corner; a hammock stretches across the other.

The store is making sales, Guevara says, sometimes as much as $100 per day, and she’s pleased that she’s been able to find the financing she needs to expand her retail operation, which started with a small store near a school three years ago. “I’ve always liked business, since I was a kid,” she says. She got a $300 loan from her Saving for Change (SfC) group in Calvario, a group started with help from Oxfam America, to establish that first store.

Oxfam and our partners help women form Saving for Change groups so they can save money, in this case sometimes as little as 50 cents a week at first, build their savings, and then start lending group members small sums they can use for business investments like this.

Guevara has also saved and borrowed money to finance home improvements. She repaired walls, added a kitchen, and is now adding another room. “I set aside savings to do these things,” she says modestly.

Financial education
Guevara’s Saving for Change group is called “Saving for a New Life,” and it started in 2014. Most of the women are saving about $2.50 per week; many are depositing as much as $10. At a weekly meeting, Guevara helps record the deposits going into the locked box that contains all their savings, as the members each update their own savings books.

Learning to make business plans and keep records is a crucial part of the training provided by Oxfam to SfC group members. “I keep all my data up to date, because it’s important to keep track,” Guevara says. She recently got a $3,000 loan to start her new store after a network of SfC groups partnered with the government-run Agriculture Development Bank. “I told the bank about my record at the SfC group, based on paying on time. Then they asked about assets. So I have my house as collateral now …”

Guevara is a single mother of two boys, 18 and 8 years old. She says her business training and repayment history with her SfC group gave her the confidence to take out such a large loan. “I knew that having a good track record in the group is what opens doors for you.”


//Jaivi Orquidea Guevara, 37, and Elba Monteagudo Luna, 40, prepare pupusas, a traditional Salvadoran dish, which they sell to their neighbors in Calvario. Many of the of the Saving for Change group members here sell prepared food to earn extra money to build up their savings. Oscar Leiva/Oxfam America///jog


The availability of commercial loans is helping well-established Saving for Change groups and their members connect to the formal banking system, set up their own bank accounts, and make strides down the road to financial independence and prosperity. So far, the Agriculture Development Bank has loaned $486,200 to women in El Salvador.

Conchi Maravilla, a coordinator for Oxfam in El Salvador, says there are 18,000 women in SfC groups across the country, and she notes that they are all setting an important example: “Poor women can save; we can prove it. It’s a no-cost system; it’s not cows or money we give, it’s basic financial education, and we can scale it up at a low cost. We get great results.”

“When women earn an income, it makes them no longer dependent on men, so they have respectability.” she adds. “The women support each other, and it radiates out into the community.”

Kaynak: https://www.oxfamamerica.org/explore/stories/in-el-salvador-a-good-credit-history-opens-doors-for-a-businesswoman/



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--

"18 books that will change your perspective about poverty"


December 3, 2018 By Oxfam


//Just a few of the books we're currently reading. Photo: Oxfam America///bks

Here are some of our favorite fiction and non-fiction books that illustrate the injustice of poverty and remind us why it's so important to fight to help people overcome the odds.


Non-fiction

1. "Behind the Beautiful Forevers: Life, Death, and Hope in a Mumbai Undercity" by Katherine Boo

Pulitzer Prize-winner Katherine Boo tells the dramatic and sometimes heartbreaking story of families striving toward a better life in Mumbai, one of the twenty-first century’s great, but unequal cities. In this book, based on three years of reporting, global change and inequality are made human.

2. "The American Way of Eating: Undercover at Walmart, Applebee’s, Farm Fields and the Dinner Table" by Tracie McMillan

When journalist Tracie McMillan saw foodies swooning over $9 organic tomatoes, she couldn’t help but wonder: What about the rest of us? Why do working Americans eat the way we do? And what can we do to change it? To find out, McMillan went undercover in three jobs that feed America, living and eating off her wages in each. Reporting from California fields, a Walmart produce aisle, and an Applebee's kitchen, McMillan examines the reality of our country’s food industry. Chronicling her own experience and that of the Mexican garlic crews, Midwestern produce managers, and Caribbean line cooks with whom she works, McMillan goes beyond the food on her plate to explore the national priorities that put it there.

3. "King Leopold’s Ghost: A Story of Greed, Terror, and Heroism in Colonial Africa" by Adam Hochschild

In the 1880s, as the European powers were carving up Africa, King Leopold II of Belgium seized for himself the vast and mostly unexplored territory surrounding the Congo River. Carrying out a genocidal plundering of the Congo, he looted its rubber, brutalized its people, and ultimately slashed its population by ten million—all the while shrewdly cultivating his reputation as a great humanitarian. "King Leopold’s Ghost" is the haunting account of a megalomaniac of monstrous proportions, a man as cunning, charming, and cruel as any of the great Shakespearean villains. It is also the deeply moving portrait of those who fought Leopold: a brave handful of missionaries, travelers, and young idealists who went to Africa for work or adventure and unexpectedly found themselves witnesses to a holocaust.

4. "Nickel and Dimed: On (Not) Getting By in America" by Barbara Ehrenreich

Millions of Americans work for poverty-level wages, and one day Barbara Ehrenreich decided to join them. She was inspired in part by the rhetoric surrounding welfare reform, which promised that any job equals a better life. But how can anyone survive, let alone prosper, on $6 to $7 an hour? To find out, Ehrenreich moved from Florida to Maine to Minnesota, taking the cheapest lodgings available and accepting work as a waitress, hotel maid, house cleaner, nursing-home aide, and Walmart salesperson. She soon discovered that even the “lowliest” occupations require exhausting mental and physical efforts.

5. "Development as Freedom Paperback" by Amartya Sen

Freedom, Sen argues, is both the end and most efficient means of sustaining economic life and the key to securing the general welfare of the world’s entire population. Releasing the idea of individual freedom from association with any particular historical, intellectual, political, or religious tradition, Sen demonstrates its current applicability and possibilities. In the new global economy, where, despite unprecedented increases in overall opulence, the contemporary world denies elementary freedoms to vast numbers—perhaps even the majority of people—he concludes, it is still possible to practically and optimistically regain a sense of social accountability.

6. "How Change Happens" by Duncan Green

Human society is full of would-be “change agents,” a restless mix of campaigners, lobbyists, and officials, both individuals and organizations, set on transforming the world. They want to improve public services, reform laws and regulations, guarantee human rights, get a fairer deal for those on the sharp end, achieve greater recognition for any number of issues, or simply be treated with respect.

This book bridges the gap between academia and practice, bringing together the best research from a range of academic disciplines and the evolving practical understanding of activists to explore the topic of social and political change. Drawing on many first-hand examples from Oxfam, as well as the author’s insights from studying and working on international development, it tests ideas on how change happens and offers the latest thinking on what works to achieve progressive change.

7. "Surrender or Starve: Travels in Ethiopia, Sudan, Somalia, and Eritrea" by Robert D. Kaplan

Reporting from Sudan, Ethiopia, Somalia, and Eritrea, Kaplan examines the factors behind the famine that ravaged the region in the 1980s, exploring the ethnic, religious, and class conflicts that are crucial for understanding the region today. He offers a new foreword and afterword that show how the nations have developed since the famine, and why this region will only grow more important to the United States.

8. "Freedom From Want: The Remarkable Success Story of BRAC, the Global Grassroots Organization That’s Winning the Fight Against Poverty" by Ian Smillie

BRAC, arguably the world’s largest, most diverse and most successful NGO, is little known outside Bangladesh, where it formed in 1972. BRAC's success and the spread of its work in health, education, social enterprise development, and microfinance dwarfs any other private, government or non-profit enterprise in its impact on tens of thousands of communities in Asia and Africa. “Freedom From Want” traces BRAC s evolution from a small relief operation indistinguishable from hundreds of others, into what is undoubtedly the largest and most variegated social experiment in the developing world. BRAC's story shows how social enterprise can trump corruption and how purpose, innovation and clear thinking can overcome the most entrenched injustices that society can offer. It is a story that ranges from distant villages in Bangladesh to New York s financial district on 9/11, from war-torn Afghanistan to the vast plains of East Africa and the ruins of Southern Sudan.

9. "Half the Sky: Turning Oppression into Opportunity for Women Worldwide" by Nicholas Kristof and Sheryl WuDunn

With Pulitzer Prize winners Nicholas D. Kristof and Sheryl WuDunn as our guides, we undertake an odyssey through Africa and Asia to meet the extraordinary women struggling there, among them a Cambodian teenager sold into sex slavery and an Ethiopian woman who suffered devastating injuries in childbirth. Drawing on the breadth of their combined reporting experience, Kristof and WuDunn depict our world with anger, sadness, clarity, and, ultimately, hope.

10. "The Immortal Life on Henrietta Lacks" by Rebecca Skloot

Henrietta Lacks is part of the DNA of modern medicine, and yet her name had been lost to history until Rebecca Skloot embarked on a journey to learn more about the woman behind the HeLa cell. Her investigation leads her to uncover how Johns Hopkins Hospital exploited Lacks' cells while keeping her family in the dark. Though her cells have brought others millions dollars of profit, members of her family continue to live in poverty. Through her interviews with Lacks' family and the scientists involved with making a business out of HeLa, Skloot finally brings justice to Lacks' legacy.


Fiction

11. "Girls Burn Brighter" by Shobha Rao

Following the interveawing narratives of two young women from a poor loom-working village in Southern India who are forced into unimaginable circumstances as the eldest daughters in their families, Rao tackles some of the most urgent issues facing women today: domestic abuse, human trafficking, immigration, and feminism. Through it all, Poornima and Savita refuse let the fires inside of them (hope for a brighter future) burn out.

12. "We Need New Names" by NoViolet Bulawayo

Our heroine Darling is only 10 years old, and yet she must navigate a fragile and violent world. In Zimbabwe, Darling and her friends steal guavas, try to get the baby out of young Chipo’s belly, and grasp at memories of Before. Before their homes were destroyed by paramilitary policemen, before the school closed, before the fathers left for dangerous jobs abroad. But Darling has a chance to escape: she has an aunt in America. She travels to this new land in search of America’s famous abundance only to find that her options as an immigrant are perilously few.

13. "What Is the What" by Dave Eggers

Eggers illuminates the history of the civil war in Sudan through the eyes of Valentino Achak Deng, a refugee living in the United States. We follow his life as he’s driven from his home as a boy and walks, with thousands of orphans, to Ethiopia, where he finds safety—for a time. Valentino’s travels bring him in contact with government soldiers, janjaweed-like militias, liberation rebels, hyenas and lions, disease and starvation—and a string of unexpected romances. Ultimately, Valentino finds safety in Kenya and, just after the millennium, and is resettled in the United States, from where this novel is narrated. In this book, written with expansive humanity and surprising humor, we come to understand the nature of the conflicts in Sudan, the refugee experience in America, the dreams of the Dinka people, and the challenge one indomitable man faces in a world collapsing around him.

14. "Nervous Conditions" by Tsitsi Dangarembga

This novel, set in colonial Rhodesia during the 1960s, centers on the coming of age of a teenage girl, Tambu, and her relationship with her British-educated cousin Nyasha. Tambu, who yearns to be free of the constraints of her rural village, especially the circumscribed lives of the women, thinks her dreams have come true when her wealthy uncle offers to sponsor her education. But she soon learns that the education she receives at his mission school comes at a price.

15. "A Thousand Splended Suns" by Khaled Hosseini

Born a generation apart and with very different ideas about love and family, Mariam and Laila are two women brought jarringly together by war, by loss and by fate. As they endure the ever escalating dangers around them—in their home as well as in the streets of Kabul—they come to form a bond that makes them both sisters and mother-daughter to each other, and that will ultimately alter the course not just of their own lives but of the next generation.

16. "Little Bee" by Chris Cleave

This novel explores the tenuous friendship that blooms between two disparate strangers—one an illegal Nigerian refugee, the other a recent widow from suburban London—who are linked through their experiences of a horrifying event.

17. "The Glass Palace" by Amitav Ghosh

Set in Burma during the British invasion of 1885, this novel by Amitav Ghosh tells the story of Rajkumar, a poor boy lifted on the tides of political and social chaos, who goes on to create an empire in the Burmese teak forest. When soldiers force the royal family into exile, Rajkumar befriends Dolly, a young woman in the court of the Burmese Queen, whose love will shape his life. He cannot forget her, and years later, as a rich man, he goes in search of her.

18. "The Rent Collector" by Camron Wright

Survival for Ki Lim and Sang Ly is a daily battle at Stung Meanchey, the largest municipal waste dump in all of Cambodia. They make their living scavenging recyclables from the trash. Life would be hard enough without the worry for their chronically ill child, Nisay, and the added expense of medicines that are not working. Just when things seem worst, Sang Ly learns a secret about the bad-tempered rent collector who comes demanding money—a secret that sets in motion a tide that will change the life of everyone it sweeps past.


Kaynak: https://www.oxfamamerica.org/explore/stories/18-books-that-will-change-your-perspective-about-poverty/



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--


"Thinking outside the carbon box"


June 20, 2016 Posted by Thomas Damassa


//Virginia Ñuñonca Ccallo walks through her fields in the highlands of Peru. (Photo: Percy Ramírez / Oxfam America)///as

Carbon dioxide emissions require our attention, but we can’t afford to ignore the development and climate benefits from also reducing non-CO2 pollutants.

It’s now well-established that carbon reduction solutions, critical to combatting climate change, can also provide significant social and economic benefits. But governments, financial institutions, and development organizations are leaving opportunities on the table if they don’t also reduce non-carbon pollution—and in particular, short-lived climate pollutants.

Wait, what?

I said the same thing when I joined Oxfam America’s climate team a few weeks ago. But here’s what I’ve learned. First, short-lived climate pollutants—or SLCPs—come from sources as diverse as natural gas and oil systems, air conditioning, diesel engines, and cow burps. So despite having a name that isn’t well-known or PR-friendly, SLCPs are all around us and have a tremendous impact on the air we breathe, the food we grow, and other aspects of daily life.


//Source: Climate and Clean Air Coalition – http://www.ccacoalition.org/en/science-resources ///SLCPs

Second, as their “short-lived” name implies, they don’t stay in the atmosphere very long compared to carbon dioxide—just days to a decade or so depending on which pollutant you’re talking about. However, these pollutants are tens to thousands of times more potent than an equivalent amount of carbon dioxide and consequently have a particularly important role in the near-term warming of our planet. Indeed, SLCPs are responsible for nearly half of human-caused global warming since the start of the industrial age. Therefore fast action to reduce them—alongside efforts to transform societies to be low-carbon and resilient—is a necessity to reduce the risks of catastrophic climate change.

Third, reducing SLCPs can produce critical development benefits – benefits that can be harvested now. Cost-effective mitigation technologies exist for every SLCP and the benefits of SLCP mitigation can add up quickly. At a global level, studies show that by 2030 SLCP reductions could help avoid millions of premature deaths through improved air quality and decrease yield losses of four staple crops by tens of millions of metric tons a year, enhancing global food security.

Recently, there have been some positive signs of more concerted action on SLCPs. For example, at the G7 summit, country leaders recognized “the importance of mitigating emissions of short-lived climate pollutants…to help slow the rate of near-term warming.” And several countries included SLCPs as part of their climate change plans submitted to the UN. But arguably the win-win narrative is still not reaching policymakers. We need to move faster and we need more advocates, including Oxfam, to help move them.

That leaves me with a number of questions: What are the right messages and metrics to help countries link their development and climate agendas and prioritize SLCP reductions as a means to achieve both? How can we mobilize sufficient finance for SLCP action? Are there innovative partnerships—for example with the health, aid effectiveness, or energy communities—to be had?

I don’t have the answers yet, but as the hard work of implementing the Sustainable Development Goals and the Paris Agreement on climate change begins in earnest, I am eager to show how SLCP reductions can link development and climate agendas and to collaborate on creative solutions for us all.

Kaynak: https://politicsofpoverty.oxfamamerica.org/2016/06/thinking-outside-the-carbon-box/




▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--

"İtalya: Fransa Afrika'yı sömürerek göçü tetikliyor"


22 Ocak 2019

İtalya Başbakan Yardımcısı Luigi Di Maio'nun Fransa'yı Afrika'yı sömürmekle suçlayarak, göçü tetiklemekle suçladı. Bu açıklamaların ardından İtalya'nın Fransa Büyükelçisi Teresa Castoldo Fransa Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı.

//İtalya Başbakan Yardımcısı L​uigi Di Maio///di n


İtalya Başbakan Yardımcısı Luigi Di Maio'nun Fransa'yı Afrika'yı sömürmek ve göçü tetiklemekle suçlayan konuşmalarının ardından İtalya'nın Fransa Büyükelçisi Fransa Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı.

Pazar günü konuşan Di Maio Fransa'nın Afrika politikaları nedeniyle Avrupa Birliği'nin yaptırım uygulaması gerektiğini söyledi ve ekledi:

Bugün insanlar ülkelerini terk edip Avrupa'ya geliyorsa bunun sorumlusu en başta Fransa'dır. Fransa onlarca Afrika ülkesini sömürmeyi hiçbir zaman bırakmadı. AB Fransa'ya ve Fransa gibi Afrika'yı yoksullaştırarak bu insanların ülkelerini terk etmesine yol açan tüm ülkelere yaptırım uygulamalı. Çünkü Afrikalılar Afrika'da olmalı, Akdeniz'in dibinde değil.
Birleşmiş Milletler geçen hafta iki ayrı göçmen botunun batması sonucu Akdeniz'de 170 göçmenin yaşamını yitirmiş olabileceğini açıklamıştı.

İtalya ve Fransa daha önce de göç politikalarında anlaşmazlık yaşamıştı. İtalya, deniz yoluyla Avrupa'ya ulaşan göçmenlerin en fazla ayak bastığı ülkelerden biri.

İtalya'nın diğer başbakan yardımcısı Matteo Salvini de Facebook paylaşımında "Avrupa limanları açık oldukça insan kaçakçıları bu işi yapıp insanları öldürmeye devam edecek" dedi.

Geçen yıl Fransa denizde kurtarılan göçmenleri taşıyan gemilerin yanaşmasına izin vermediği için İtalya'yı eleştirmiş, İtalya ise Fransa'nın göçmenleri kabul etmemesini kınayarak buna karşılık vermişti.

İtalya'daki 5 Yıldız Hareketi'nin lideri ve aynı zamanda Ekonomik Gelişme, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanı olan Di Maio aşırı sağcı Lig partisiyle koalisyon ittifakı içinde görev yapıyor.

Di Maio, Fransa'nın Afrika'yı sömürmemesi durumunda bugün dünyanın en büyük altıncı değil 15. ekonomisi olacağını öne sürdü.

Bu açıklamaların ardından İtalya'nın Fransa'daki büyükelçisi Teresa Castoldo Pazartesi günü Paris'teki Dışişleri Bakanlığı'na çağırıldı.

İtalyan haber ajansı Ansa'ya konuşan Fransız diplomasi kaynakları Di Maio'nun sözleri hakkında "Fransa ve İtalya Avrupa Birliği içinde ortaklık halindeyken bu sözler yersiz ve düşmancadır" dedi.

Bu gelişme Di Maio'nun eleştirilerini sonlandırmasına yol açmadı. Fransa'nın ondan fazla Afrika ülkesinde kullanılan CFA frankı adlı para birimini basmasını eleştirdi.

Sömürge döneminde çıkarılan bu para biriminin garantisi Fransa hazinesi tarafından veriliyor.

Fransa Afrika'nın ekonomik gelişimini engelliyor
Di Maio konuyla ilgili şöyle konuştu:

"Fransa 14 Afrika devleti için para basan ve onları ekonomik gelişmesini engelleyen, bu yüzden de göçmenlerin ülkemize gelmesine ya da gelmeye çalışırken yolda ölmesine yol açan ülkelerden biri. Eğer Avrupa cesur olmak istiyorsa Afrika'nın dekolonizasyonu meselesiyle yüzleşecek cesarete sahip olmalı."

Fransa CFA frankının finansal istikrar sağladığını söylerken bazıları da bunu bir sömürge uygulaması olarak nitelendiriyor.

Al birini vur ötekine
Avrupa ülkelerinin hemen hepsi mülteci ve göç konusunda sorumluluğu bir diğerine atmak istiyor. Mültecileri 'yük' olarak gören ve ülkelerine almak istemeyen ülkeler arasında, Fransa'ya 'sömürge' dersi veren İtalya da var.

49 mülteci koca Avrupa'ya sığamadı
Geçtiğimiz haftalarda Libya’dan derme çatma botla Avrupa’ya gitmek için Akdeniz’e açılan 49 mülteci, Libya-Malta-İtalya üçgeninde hiçbir ülke kabul etmeyince 19 gün yaşam savaşı vermişti. AB ülkelerinin mültecilere karşı insanlık dışı tutumu bir kez daha gözler önüne serilerek, 49 mültecinin, 8 ayrı Avrupa ülkesine dağıtılmasına karar verilmişti.

İtalya, geçtiğimiz Haziran ayında da aralarında çok sayıda kadın ve çocuğun bulunduğu bir mülteci gemisini Akdeniz'in ortasında bırakmış ve günlerce yaşam mücadelesi vermişlerdi. En sonunda İspanya mültecileri kabul etmişti.

Kaynaklar: 1) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46955803
2) https://www.yenisafak.com/dunya/italya-fransa-afrikayi-somurerek-gocu-tetikliyor-3442471


[Edited at 2019-01-22 18:20 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 23, 2019

--Alıntı--

"Bidebunu İzle"

Gazeteci Büşra Cebeci, geçmişte kullandığı başörtüsünü çıkardı. Bunu da Twitter'daki #TenYearsChallenge akımında paylaştı. RS FM'de yayınlanan Yavuz Oğhan'dan Bidebunudinle programına konuk olan Cebeci, başörtüsünü çıkardıktan sonra ailesinin tepkisini ve ilişkilerinin nasıl normalleştiğini anlattı...
... See more
--Alıntı--

"Bidebunu İzle"

Gazeteci Büşra Cebeci, geçmişte kullandığı başörtüsünü çıkardı. Bunu da Twitter'daki #TenYearsChallenge akımında paylaştı. RS FM'de yayınlanan Yavuz Oğhan'dan Bidebunudinle programına konuk olan Cebeci, başörtüsünü çıkardıktan sonra ailesinin tepkisini ve ilişkilerinin nasıl normalleştiğini anlattı...

15 dakkalık söyleşi -> https://www.youtube.com/watch?v=4bxyuS3bKdM
15 dakkalık söyleşi -> https://www.youtube.com/watch?v=4bxyuS3bKdM
15 dakkalık söyleşi -> https://www.youtube.com/watch?v=4bxyuS3bKdM


Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=4bxyuS3bKdM

[Edited at 2019-01-23 09:08 GMT]
Collapse


 
Nizamettin Yigit
Nizamettin Yigit  Identity Verified
Netherlands
Local time: 07:07
Dutch to Turkish
+ ...
gerçekten ilginç yazılar Jan 23, 2019

Adnan bey
Gerçekten ilginç yazılar paylaşıyorsunuz.

İnsanların yaptıkları veya ürettikleri değil de soyundukları veya giyindikleri hala medyanın başköşesinde olması bana çok ilginç geliyor. Dünya' genelinde gelişmeyi veya teknolojiyi, patenleri kazandıran toplum veya mecralara baktığımızda bizim toplum ile fark cart diye ortada kalıyor. Biz ne ile onlar ne ile meşgul. Eminim paylaştığınız insanların dikkatini çekmesi, popülerite kazanması v
... See more
Adnan bey
Gerçekten ilginç yazılar paylaşıyorsunuz.

İnsanların yaptıkları veya ürettikleri değil de soyundukları veya giyindikleri hala medyanın başköşesinde olması bana çok ilginç geliyor. Dünya' genelinde gelişmeyi veya teknolojiyi, patenleri kazandıran toplum veya mecralara baktığımızda bizim toplum ile fark cart diye ortada kalıyor. Biz ne ile onlar ne ile meşgul. Eminim paylaştığınız insanların dikkatini çekmesi, popülerite kazanması vs bakımından istatistiki olarak da ilginçlik teyit edilebilir.
Collapse


Adnan Özdemir
 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
Teşekkürler Jan 23, 2019

Güzel sözleriniz için teşekkür ederim Nizam Bey.

Çocukluğumuzdan kalan alışkanlıklardan biri de merak etmekti.
Merak ettiklerimi, nette gezerken ilginç bulduğum konuları buraya almaya çalışıyorum.

Tabi, bu yazıları buraya alırken çok şey öğreniyorum doğrusu.

Sonsuz bilgi evreninde oltama takılanları alıyorum, merak edenler boş zamanlarında okusun diye...

Herkes paylaşabilir ayrıca. Başlığı açmış olma
... See more
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim Nizam Bey.

Çocukluğumuzdan kalan alışkanlıklardan biri de merak etmekti.
Merak ettiklerimi, nette gezerken ilginç bulduğum konuları buraya almaya çalışıyorum.

Tabi, bu yazıları buraya alırken çok şey öğreniyorum doğrusu.

Sonsuz bilgi evreninde oltama takılanları alıyorum, merak edenler boş zamanlarında okusun diye...

Herkes paylaşabilir ayrıca. Başlığı açmış olmam "ilginçlikleri" yalnızca ille de benim paylaşacağım anlamına gelmez.

İsteyen, istediği "ilginçliği" burada paylaşabilir. Herkese açıktır bu başlık. Bunu da bu vesileylen belirtmiş olayım.

Selamlar

[Edited at 2019-01-23 22:22 GMT]
Collapse


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 24, 2019

--Alıntı--

"15 Temmuz yalanları Venezuela'da sürüyor"


Odatv - 24.01.2019 18:26

127

Venezuela’da sosyalist devlet başkanı Maduro’ya yönelik darbe sürecinin düğmesine basıldı.

Venezuela'da muhalif lider Juan Guadio, kendini geçici Devlet Başkanı ilan ederek, yemin etti. ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido'yu ülkenin "geçici devlet başkanı" olarak tanıdığını açıkladı.

ABD’li yetkililer, yaptıkları açıklamada Venezuela ordusunu göreve çağırdı. Maduro ise yaptığı açıklamada, darbe girişimine teslim olmayacaklarını belirtti ve ABD ile diplomatik ilişkileri kestiklerini duyurdu.

BATI MEDYASI: TÜRKİYE’DE KAYITLI ÖZEL UÇAK VENEZUELA’YA GİTTİ

Venezuela’da Maduro ABD’nin darbe girişimine karşı dururken, batı medyasında da, Türkiye'de kayıtlı (TC-TTC) uzun menzilli bir özel uçağın Rusya'dan havalanarak Venezuela'ya indiği haberleri yer aldı.

Haberlerde şu ifadeler yer aldı:

“Flight Aware uygulamasında görülen Gulfstream G550 tipi uçağın önce 22 Ocak'ta İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan kalkarak Moskova'nın Vnukovo havalimanına indiği 23 Ocak'ta da Moskova'dan kalkarak Venezuela'nın Uluslarası Simon Bolivar havalimanına gittiği anlaşıldı.

Bu durum uçağın, Maduro hükümetini destekleyen Rusya ve Türkiye'nin gerekirse Nicolas Maduro'yu Venezuela dışına çıkarmak için mi yollandığı sorusunu gündeme taşıdı. Uçağın indiğini sosyal medyadan duyuran Latin Amerikalı gazeteci Federico Black, Twitter mesajında, ‘Birini almaya mı geldiniz’ sorusunu yöneltti.

Türkiye'de TC-TTC tescil kodu ile kayıtlı olduğu görülen Gulfstream G550, çok seyahat eden kişiler düşünülerek tasarlanmış özel bir uçak. 12 bin 501 kilometre menzil ve saatte 944 kilometre hıza sahip. New York ile Tokyo arasında her türlü hava koşulunda yakıt ikmali yapmadan uçabiliyor. İhtiyaca göre 14-18 koltuk kapasitesine sahip olan uçak, büyük gövdeli jet sınıfında değerlendiriliyor.

Aynı tip özel uçak 2010 yılında o dönem başbakanlık görevi yapan Recep Tayyip Erdoğan ve Genel Kurmay Başkanlığı için birer adet satın alınmıştı.”

15 TEMMUZ’DA DA AYNI SENARYO

15 Temmuz darbe girişiminde de, özel jetlerin Türkiye’deki yetkilileri kaçırmak için ülkeye iniş yaptığı haberleri çıkmıştı.

Kaynak: https://odatv.com/15-temmuz-yalanlari-venezuelada-suruyor-24011930.html


▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
ADO_YORUM: Gerçekten de USA halkının ödediği vergilerin yönetici/elitlerce çar çur edilmesine üzülüyorum. İşte batının idarecileri budur kısaca. Her şeyleri en az 2 standarda sahip, en azz. Demokrasi, seçim meçim hikaye, işlerine geldiği gibi hareket ederler. Buna Batı Avrupalı siyaset erbabı ve elitleri de dahil. Durun yahu; Kendimi Almanya şansölyesi ilan ediyorum, kahrolsun Merkel diktatörlüğü, hadi düşün arkama destekleyin beni ey medeni batılı dünya elitleri, Alamanya'yı gurtarmak istiyorum Angela diktasından (USA ve/veya Batı Avrupa halklarını tenzih ederim/ derdim yönetici elitlerle, emperyalistlerle, çifte standartçılarla...

[Edited at 2019-01-24 19:19 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 24, 2019

--Alıntı--

UN KALİTESİ VE KALİTEYİ BELİRLEYEN FAKTÖRLER


Selman TÜRKER, Nilgün ERTAŞ
Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü

*-*7777

1. GİRİŞ

Buğday unu, temizlenmiş ve tavlanmış buğdayın öğütülmesiyle elde edilen yarı işlenmiş bir gıdadır. Unun kaynağı tane endospermidir.

Esas unsur olarak buğday ununu ihtiva eden gıdalar, çeşitli tip ve özellikteki ekmekler, kahvaltılık tahıllar, makarna tipi ürünler, kek, kraker ve bisküviler, börekler, baklava ve lokma gibi tatlılar olmak üzere birkaç grupta toplanabilir. Yüzlerce çeşiti oluşturan bu ürünlerden her birinin istenilen son ürün kalitesi diğerlerinden farklı olup, ayrı kalitede una ihtiyaç duyulmaktadır. Başta ekmek olmak üzere buğday unu kaynaklı gıdaların son ürün kalitesi bu ürünlerin elde edileceği unun kalitesi ile sınırlıdır.

Un kalitesi; geniş anlamda unun, imalat şartlarında her zaman rekabet edilebilir fiyatta, arzu edilen özellikte, üniform, cazip bir son ürün meydana getirebilme kabiliyeti olup, son ürüne ve kullananlara göre farklı anlamlar ifade etmektedir. Un kalitesi, genellikle unun ve hamurun ölçülebilir nitelikteki fiziksel, kimyasal ve teknolojik özellikleri ile tahmin edilmektedir. Genellikle kaliteli un deyimi ile kuvvetli un ifadesi karıştırılmakta olup, unun kuvvetli oluşu özellikle ekmekçilikte protein miktar ve kalitesi ile ilişkilidir. Unların rengi, protein miktarı, protein kalitesi, üniformitesi, su absorpsiyonu, yoğurma ve fermantasyon toleransı, hamurun gaz meydana getirme kabiliyeti, glutenin gaz tutma kapasitesi ve diastatik aktivitesi ekmeklik unların kalitesini gösteren başlıca kriterlerdir.

2. BUĞDAYIN VE UNUN KALITESINE ETKI EDEN FAKTÖRLER

Buğdayın kalitesine etki eden en önemli faktörler yetiştirildiği çevre ve çeşittir. Çevre faktörü buğday kalitesinin yıldan yıla hatta yıl içerisinde tarladan tarlaya farklı olmasına neden olmaktadır (Pomeranz 1971). Kalite üzerinde etkili olan çeşit ve çevre faktörlerinden çeşitin bazı kriterler açısından etkisinin çevreye göre daha fazla olduğu bildirilmiştir (Finney ve ark. 1987).

Buğday kalitesine ikinci derecede etki eden etmenler depolama koşulları ve öğütme teknolojisidir (Koçak 1988).

Fiziksel özelliklerden tane iriliği, un verimi tahmin etmede hektolitre ağırlığı ve bintane ağırlığına oranla daha güvenilir bir kriter olarak kabul edilmektedir. Gluten miktarı fazla ve kalitesi iyi olan unların sedimantasyon değeri de, yüksek çıkmaktadır. Sert buğday unlarının protein miktar ve kalitesi yüksek olduğu için, su absorbsiyon oranları ve ekmek hacimleri de yüksek olmaktadır (Poliwal ve ark. 1986; Salovaara 1986; Ercan ve ark. 1989)

Ekonomik ve ticari öneme sahip olarak kültürü yapılan buğday çeşitleri botanik yönden üç türe dahil edilmektedir (Tr. aestivum, Tr. durum, Tr. compactum). Türler ve çeşitler arasındaki kalite farkları, elde edilen unların kullanım amaçlarını tayin etmektedir.

Üç tür içerisinde en yaygın olarak yetiştirilen, renk, sertlik-yumuşaklık, dona-kurağa-hastalıklara mukavemet, olgunlaşma periyodu, öğütme özellikleri, protein miktar ve kalitesi gibi özellikler bakımından en geniş varyasyon gösteren Tritucum aestivum türü ekmeklik buğdaylardır. A.B.D.’de, Triticum aestivum’a ait buğday çeşitleri dört grupta toplanmaktadır. Bu gruplar, sert-kırmızı kışlık buğdaylar (HRW), sert-kırmızı yazlık buğdaylar (HRS), yumuşak-kırmızı-kışlık buğdaylar (SRW) ve beyaz buğdaylar (WW)’dir. Bu tür içerisindeki sert buğday çeşitleri ihtiva ettikleri yüksek protein miktarı (%10-18 protein) ve kalitesi ile ticari ekmekçiliğe en uygun çeşitlerdir. Ekmeklik kalitesi iyi (kuvvetli) unlar; 70-75 randımanlı, protein miktarı en düşük %11, yaş gluten miktarı en düşük %27, amilaz aktivitesi; amilografta 350-500 bu konsistens, düşme sayısında (falling number) 250-300 sn düşme sayısı olan unlardır.

Buğdayda verimi artırmak ve kaliteyi yükseltmek için amacıyla başvurulan tedbirlerden birisi de azotlu gübre kullanmaktır. ancak azotlu gübrenin dozu ve uygulama zamanıda buğdayin kalite özelliklerini olumlu yönde etkilemesi bakimindan önemli olmaktadir.

2.1. Ekmek Üretimi Açısından Un Kalitesi

Unun ekmeklik kalitesinin belirlenmesinde protein miktar ve kalitesi yanında proteolitik ve amilolitik aktivitesi de büyük öneme sahiptir.

Bir çok ülkede ekmeklik una katılan soyanın onun besin değerini artırması yönünden faydalı olduğuna inanılmaktadır (Sipos ve ark. 1974; Tsen ve ark. 1971). Buğday ununa %12 oranında katılan soya ununun, unun lisin miktarını 2 kat, protein oranını da %35’den daha fazla artırdığı bildirilmektedir (Tsen ve ark. 1971; Horan ve ark. 1974).

Buğday ruşeymi una katıldığında, unun teknolojik özellikleri önemli ölçüde bozulmaktadır. Ayrıca buğday ruşeymi proteinlerinin vucuttaki kullanımnı engelleyen anti tripsin ve bunu yanında hemaglutinasyon aktivitesine de sahiptir (Creek ve ark. 1962; Attia ve ark. 1965).

Unun kalitesini belirlemek amacıyla günümüze kadar geçen sürede birçok yöntem geliştirilmiştir. Hamur özelliklerini ve unun ekmekçilik değerini ortaya koymak için alveograf, farinograf, ekstensograf ve miksograf gibi reololik özellikleri belirleyen cihazlardan yararlanılmaktadır. Söz konusu cihazların ağırlıklı olarak kullanımı ve kabul görmesi laboratuvarlara göre değişmektedir. Bu farklılıklar cihazların kullanıldığı ülkelerden, alınan eğitimlerin farklılığından gibi benzeri faktörlerden kaynaklanmaktadır (Atlı ve ark. 1992).

2.2. Makarna Üretimi Açısından Un Kalitesi

Makarna, buğday irmiğinin, kısmen de ununun su ile karıştırılıp yoğrulması ve şekil verilerek kurutulması ile elde edilen bir gıda maddesidir. Makarna üretiminde özellikle makarnalık buğday olan Triticum durum çeşitleri ile Triticum aestivum’un sert çeşitleri kullanılmaktadır.

Durum buğdaylarında camsılık oranı genellikle irmik verimi ile öğütme ile ilgili bir faktördür. Ayrıca protein miktarını ve irmik partiküllerininin irilik derecesini etkilemesi nedeniyle makarna üretim teknolojisini ve makarna kalitesini de etkilemektedir (Menger 1973; Cubadda 1988).

Kaliteli makarna üretimi için; bin tane ve hektolitre ağırlıkları yüksek, kızışmış, çimlenmiş, buruşuk ve kırık tane oranları düşük olan teknolojik kalitesi yüksek durum buğdaylarından elde edilen irmik kullanılmalıdır.

İrmiğin kül miktarı %0,8-1,0’den fazla olmamalı, su içeriği ise en çok %14 olmalıdır. Protein miktarının ise en az %11 olması gerekir. Fakat protein miktarının yüksek olması tek başına kalite için yeterli değildir. Bu bakımdan glüten özelliklerinin de bilinmesi gerekir. İrmikten elde edilen yaş glüten değerlendirilirken miktarı yanında; glüten indeks değeri, akışkanlık özelliği, uzayabilme kabiliyeti, elastikiyeti, yumuşaklığı veya sertliği, sarı, soluk, donuk veya gri renkli olması gibi özelliklerine bakılır.

Enzimlerin makarnalık buğdaylarda, makarnanın karakteristik rengi ve pişme kalitesi üzerinde teknolojik olarak çok önemli olduğu bilinmektedir. Buğday tanesinin çimlenmesi, enzim aktivitesinin artışına, toplam kuru madde kaybına, toplam protein miktarında artışa, amino asit kompozisyonlarında değişmeye, nişasta miktarında azalmaya, bazı vitamin ve minerallerin miktarında yükselmeye neden olduğu bildirilmektedir (Lemar ve ark. 1976).


4. Bisküvi Üretimi Açısından Un Kalitesi

Bisküvi, tahıl unu veya unları içine kabartmayı sağlayıcı maddeler, şeker, tuz, yağ ve Gıda Kodeksi’nde kullanılmasına izin verilen maddelerden biri veya bir kaçı katıldıktan sonra su ile yoğrularak tekniğine uygun bir biçimde işlenmesi, şekil verilmesi ve pişirilmesi sonucunda elde edilen bir mamuldür.

Bisküvilik unun partikül iriliği önemli bir unsurdur. Gevrek ve güzel bir bisküvi ancak ince undan yapılmaktadır. Bisküvinin dil üzerinde erimesi un taneciklerinin iriliğine bağlıdır. Unların granül inceliği buğday türüne ve nem miktarına bağlıdır. Unlar inceldikçe yüzey alanı genişlemekte, daha çabuk ve kolay mayalanmakta ve su emmektedirler.

Unların bisküvilik kalitesinin değerlendirilmesinde en güvenilir sonuçlar pişirme testi sonuçlarıdır. Pişirme sırasında hamurun enlemesine genişlemesi bir kriter olarak alınır. Bisküvi yüzeyinin de mümkün olduğunca homojen ve fazla çatlak bulunmaması istenir.

Bisküvi imalinde genellikle beyazlatılmamış sarımtırak un rengi istenmektedir. Çok beyazlatılmış un, bisküvide gri, kül rengi bir görüntü oluşturmaktadır. Gofrette istisna olarak, çok beyaz un istenmektedir.

Unun öğütüldükten sonra belli bir zaman, genelde üç hafta bekletilmesi istenmektedir. Dinlendirme sırasında unun hamlığı giderilir ve oluşan oksidasyon sonucu sarı pigmentteki çift bağlar açılıp un beyazlaşır.

Unun kül miktarı genelde randıman ölçüsüdür. Randıman, ayarlanmış un verimi düzeyidir ve unun kalitesini ifade etmektedir. Teorik olarak %85 verimle %0.5 küllü un elde edilebilmektedir. Fakat pratikte uygulanan teknolojiye göre %0.5 küllü un %60 ile %78 randıman aralığında elde edilebilmektedir. Bisküvi üretiminde genelde 70-76 randımanlı, düşük protein içerikli ve zayıf özlü un kullanılmaktadır.

3. SONUÇ
Un kalitesi, genellikle unun ve hamurun ölçülebilir nitelikteki fiziksel, kimyasal ve teknolojik özellikleri ile tahmin edilmektedir. Buğday kalitesi dolayısı ile de un kalitesi üzerinde etkili faktörler arasında çeşit ve çevre faktörleri başta gelmekte, bunu öğütme ve depolama koşulları izlemektedir. Daha bilinçli bugday yetistiriciligi yapabilecek ve üretilen buğdayın kaliteli bir sekilde una dönüstürülmesi ile ilgili çalışmaları yürütebilecek bilgi düzeyine ve deneyimine sahip insanlar yetiştirilerek un kalitesi artırılmış olacaktır.

KAYNAKLAR

Atlı A., Köksel H.,Demir, Z. 1992. Ekmeklik Buğdayların Kalitelerinin Belirlenmesinde Miksograf Kullanımı Üzerine Araştırmalar. Gıda Dergisi 17 (6) 387-394.

Attia, F.ve Creek R.D 1965. Studies on raw and heated wheat germ for young chicks, Poultry Sci. 42, 494-497.

Creek R.D. ve Vasaıtıs V. 1962. Detection of an anti-proteolytic substance in raw wheat germ: Poultry Sci. 41, 1351-1352.

Cubadda R. 1988. Evalution of durum wheat, semolina and pasta in Europe. “in Durum Wheat. Chem. And Techn. (Eds. G. Fabriani ve C. Lintas)” AACC İnc St. Paul Min.217-227.

Ercan, R. ve Seçkin R. 1989. Ülkemizde Yetiştirilen Yabancı Ekmeklik Buğday Çeşitlerinin Kalitesi Gıda Dergisi 14 (6) 353-361

Finney, P.L.; Gaines C.S.; Andrews, L.C. 1987. Wheat Quality. A. Quality Assessors View. Cereals Foods World. 32:313-319.

Horan, F.E. 1972. Wheat-Soy Blends. Figh-Quality Protein Products Cereal Sci. Today 11-14

Koçak, A.N. 1988. Ekmeklik Kalitesi Düşük Bazı Buğday Çeşitleri ile Tritikalenin Kalitelerini Yükseltme Yolları Üzerinde Araştırma lar, A.Ü. Fen Bil. Ens. Doktora Tezi

Lemar L.E. ve Swanson B.G., 1976. Nutritive Value of Sprouted Wheat Flour. Jour. Food Sci. 41: 719.

Menger A.B. 1973. Problems corcerning vitreousness and hardness of kernels as quality factors of durum wheat 563-570 S. Symposioum and Genetics and Breeding of Durum wheat.

Özkaya B., Özkaya, H. 1992. Mısır Katkılı Unların Teknolojik Özelliklerine Vital Gluten ve SSL’nin (Na-Stearoyl-2-Lactilate) Etkileri. Gıda Dergisi 17 (6) 419-426.

Poliwal S. C. ve Singh G., 1986. Physico-Chemical Milling and Bread Making Quality of Wheats of Uttar Pradesh Jour of Food sci. and Techn. Vol. 23 (4) 189-193

Pomeranz, Y 1971. Wheat Chemistry and Technology. American ass. Cereal Chem. Inc. St. Paul Min. 821. S.

Salovaara H. 1986. Wheat and Flour Quality Related to Baking Performance in İndustrial French Bread Processes, Acta Agr.Scand, No:36 387-398 pp.

Sipos, E.F.; Turro, E.; Williams, L.D., 1974. Soy Protein Products For Baked Foods. Baker’s Dig. 29-39.

Tsen, C.C. ; Hoover, W.J.; Phillips, P. 1971. The use of SSL and CLS for producing high protein breads. Baker’s dig. 45 (3) 38-41.

Yaziyi gonderen selmanturker in: Gıda, Makaleler, Tahıl | Et


Yazıyı aldığım yer: http://www.vankim.com/bilgi-bankasi/nasil-uretilir/un-kalitesi-ve-kaliteyi-belirleyen-faktorler





▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--


Saf Un Çeşitleri

Katkısız Unlar / Pure Flour


*-*un-cesitleri-200


Temel gıda maddemiz olan ekmek, lezzetini yapıldığı tahıldan alır. Un, su ve tuzdan yapılan ekmekte ona koku ve tad verebilecek başka bir madde yoktur. Bu sebeple ekmeğin lezzeti direkt yapıldığı tahılın kalitesine bağlıdır. Ekmeğin ne kadar sağlıklı olduğu tahıl tanesinin ne kadar doğal olduğu ile direkt ilgilidir. Dolayısı ile sağlıklı dane'den sağlıklı un, sağlıklı undan da sağlıklı ekmek yapılabilir.

Tüm tahıl taneleri yapı olarak 3 kısımdan oluşur. Bu kısımlar kepek, endosperm ve ruşeym'dir.

Kepek: Taneyi dıştan saran yapı olup b vitamini, antioksidan ve lifli bir içeriğe sahiptir. Ruşeym: Ruşeym tanenin yeni bitki oluşturabilecek gelişebilen kısmına denir. Bazı yararlı yağlar, mineral, protein ve B vitamini içerir. Endesperm: Tahıl tanesinin en büyük kısmını oluşturur. Endosperm hem bitkinin hemde insanın besin kaynağı olan kısımdır. İçeriğin tamamı nişastadır.

Rafine Un veya Beyaz Un adıyla satılan ürünlerde taneden kepek ve ruşeym rafine edilir. Tam Buğday Unu ise taneden ruşeym ve kepek ayrılmadan olduğu gibi öğütülmesi ile elde edilir. Safekmek sitesinde gördüğünüz unların tamamı daneden hiç bir unsur çıkarılmadan ve hiç bir katkı eklenmeden üretilmektedir.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Anadolu Buğdayı Unu / Wheat Flour

Tam Buğday Unu
Tam buğday unu tarlada hasat edilen buğday tanesinin bütün olarak öğütülmesinden elde edilen undur.

Taş değirmen unu piyasada satılan kepekli unlar gibi beyaz un ve kepeğin sonradan karışımından elde edilmez. Taş değirmen Tam Buğday Unu saf halde buğdayın öğütülmesinden elde edilir. Bu öğütme öncesi ve sonrasında hiç bir şey eklenilmez ve çıkarılmaz. Doğal hal muhafaza edilir. Rafine edilmiş un (Beyaz Un) içerik zenginliği olarak tam buğday ununa göre 5 kat daha fakirdir.

Beyaz undan işleme ve ayırma işlemleri esnasında insan bünyesine faydalı olan bir çok unsur (kepek, ruşeym) ayrıca satılmak üzere çıkarılır, ve uzmanların zararlı olarak nitelendirdiği (koruyucu, beyazlatıcı, raf ömrü arttırıcı) gibi bir çok katkı eklenir. Tam buğday unu ise buğdayın saf hali ile öğütülüp çuvallanması ile elde edilen tamamen doğal ve faydalı bir undur.

Buğday tanesinin kısımları olan kepek, endesperm ve ruşeym'in tamamı bu unda mevcuttur. Dışardan bir katkı maddesi de eklenmediği için tam buğday unu olarak adlandırılır. Buğdayın doğal hali muhafaza edilir.

Obeziteyi önlemede tam buğday unu ekmeği kullanılır. Kabızlığa engel olan lif içeriği tokluk hissinin erken gelmesini sağlar.

Şeker hastalarının yemekten sonra kan şekerlerinin hemen yükselmesinin sebebi kepeği alınmış buğday unudur. Tam buğday ununda ise kepek muhafaza edilmiş, ayrılmamıştır.

Antioksidan içerik, bazı alerjileri ve kalp hastalıkları riskine karşı koruyucu olup tercih sebebidir.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Yulaf Unu / Oat Flour

Yulaf Unu
Yulaf'ın Türkiye'de yıllar sonra tekrar aranan ürün olmasını sağlayan ünlü fransız doktor Pierre Dukan'ın keşfi olan Dukan Diyeti'dir.

Önce yulaf kepeği ardındanda yulaf ezmesi mutfağımıza girdi. Sebebi uzun süren tokluk hissi sağlaması ve kilo kontrolünde faydalı olması. Glisemik indeksi düşük bir besin kaynağı olması sebebiyle kan şekerini dengede tutuyor. Kahvaltıda yulaf unundan ekmek, yulaf ezmesi veya yulaf kepeği tükettiğinizde gün boyu kan şekeri dengesi gibi bir lüksünüz var.

Taze olduğunda yulaf kepeği kolay tüketilen ve lezzetli bir yiyecektir. Bizim tavsiyemiz paketlenmiş ve rafta beklerken faydalı salgıları ambalaj kutusu ve naylonla birleşerek acılaşmış ve bayatlamış ürün yerine size özel hazırlanan taze yulaf ezmesini tercih etmeniz.

Yulaf unu pankek yapılarak veya omlete karıştırılarakda tüketilebilir. Geceden buzdolabına yoğurt yada süt içerisinde yulafınızı koyup sabah üzerine muz veya dut serpiştirerek damak tadınızı güzelleştirirken diyete devam edebilirsiniz.

Yulaf ve yulaftan mamul un, kepek ve ezmesini tüketirken daha düz bir karna sahip olduğunuzu göreceksiniz. Sürekli acıkanlar artık daha az acıkacak ve bağırsak problemlerinizin bir çoğuna elveda diyeceksiniz.

Yulaf Unu: Protein, karbonhidrat, lif, omega 3 ve 6, ve b vitaminleri açısından zengin bir içeriğe sahiptir. Yulaf unu içerdiği diyet lif sayesinde hem vücut enerjisini yüksek tutar, hemde tokluk hissi fazla olduğundan fazla yemeye engel olur. Doğal bir kilo verme rejim ekmeği hammaddesidir.

Çocuklarda karşılaşılan kabızlık için kullanımı pratik ve doğal bir gıdadır. Yulaf Unu ve ekmeği kolon kanserini önlemede doğal bir gıda maddesidir. Sırt bölgesine uygulanan yulaf unu lapası öksürük şikayeti olanlarda rahatlama sağlar ve balgam söktürür.

Yulaf unu tüketmenin saçları güçlendirdiği ve parlaklığını arttırdığı bilgisi çok yaygındır. Yulaf unu içerdiği lif sayesinde kan şekeri ve kolesterol üzerinde düşürücü etkiye sahiptir. Cilt kızarıklığı ve sivilce için yulaf unundan yapılacak maske doğal ve kolay bir uygulama olacaktır.

Geçmiş zamanlarda iktidarsızlık konusunda sıkıntısı olanlara yulaf ekmeğinden başka ekmek yedirilmez, bu sıkıntı ne zaman biterse buğday ekmeğine izin verilirdi. Yulaf unu iltihap ve kaşıntı yaşanan cilde dışardan uygulanabilir ve yatıştırıcı özellik taşır.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Arpa Unu / Barleymeal

Arpa Unu
Diğer tam tahıllar gibi arpa unu ile yapılan ekmeğinde doğal içeriğinin değiştirilmemiş olmasından dolayı kolesterol ve şeker üzerinde olumlu etkileri vardır.

Arpa içeriğindeki krom ile kan şekerinini olumlu seviyede tutmada faydalıdır.

Kireçlenmelerde tuzlu arpa lapası sarılmasının faydaları ile ilgili bir çok araştırma mevcuttur. Gluten içeriği diğer tahıllara göre daha azdır.

Saf Arpa Ekmeği Tarifi:

Malzemeler: 750 Gr Saf Arpa Unu, 2,5 su bardağı süt, 2 tatlı kaşığı toz şeker, 2 çorba kaşığı zeytinyağı, 1 su bardağı iç ayçekirdek.

Saf Arpa Ekmeği Yapılışı:

Yoğurma kabına 2,5 su bardağı ılık sütü, instant mayayı ve toz şekeri koyarak 3 dakika bekletilir. Zeytinyağı ve ayçekirdekleri ilave edilir. Arpa Unu ilave edilerek 10 dakika yoğrulur. Hamurun üzerine nemli bir bez örtülüp sicak bir yerde 15-20 dakika mayalanması beklenir. Pişirme kabına aktarıp 45-50 dakika tekrar mayalanması devam ettirilir. 200 derece ısıtılmış fırına üzerini fırça ile ıslatarak 15-20 dakika pişirin. Afiyet olsun.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Kırik Unu
Kırik Buğday Unu / Tr. aestivum L. var. delfii

Kırik Buğday Unu
Tam tahıl olmasına rağmen rengi beyaz olan nadir geleneksel buğday türü olan kırik buğdayının unu.

Ülkemizde mevcut onlarca geleneksel buğday arasında sadece kırik unu ekmek yapımı için iyi bir alternatif olarak öne çıkmış, 1977 yilinda kırik buğday ununun ekmeklik kalitesi üzerine doktora tezi yazılmıştır.

O yıllarda yapılan araştırmalarda kırik buğdayı haricinde bölgede yetiştirilen diğer ıslah buğday türlerine göre daha yüksek ekmeklik kalitesine sahip olduğu tespit edilmiştir.

Kırik buğdayına bazı bölgelerde zeron, rutik veya köse de denilmektedir. Kavuzu kırmızı renk olmasına karşın tanesi beyaz renklidir.

Kısaca kırik buğday unu denilince öncelikle ekmek yapımında kullanılması akla gelir. Kars yöresinde kırik buğday unu bir diğer geleneksel tür olan kırmızı buğday unu ile yarıyarıya karıştırılarak kullanılır. Kırmızı buğday unu daha yumuşak, kırik buğday unu ise daha sert karekterdedir. Bu sebeple ideal bir ekmek için kırmızı buğday unu ile kırik buğday unu karıştırılarak kullanılır.

Türkiye'de bulunan geleneksel buğdaylar arasında yapılan araştırma da, kırik buğdayının yüksek protein içeriği ile tok tutucu ve ekmekleşmeye en elverişli un olduğu belirtilmiştir.

Kırik buğday ununun renginin beyaz olması, lezzetinin şimdiki ekmeklerinkine benzemesi, sağlıklı beslenmeyi amaçlayıp ağız tadını da değiştirmek istemeyenler için ideal bir alternatiftir.

Kırik Ununu özel yapan asıl unsur, ekmek haricinde pasta, poğaça ve kek yapımında da beyaz un kadar kabiliyetli olmasıdır.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Kırmızı Buğday Unu
Kırmızı Anadolu Buğdayı Unu / T. aestivum ssp. aestivum ferrugineum flouru

Kırmızı buğday unu bir tam buğday olmasına rağmen ülkemizde yıllardır kepeksiz tüketilir. Genetiği sağlam, eski anadolu türü ve çoğu alanda ilaçsız ve gübresiz yetiştirme yapılabilmesine rağmen kepeği genelde alınmaktadır.

Kepeği alınmış kırmızı buğday unu için zararlı diyemeyiz lakin faydaları azaltılmış tam karşılığı olur. Sitede yer alan her ürünün hikayesini araştırmak gibi bir alışkanlığımız var. Kırmızı buğday unundan kepeğin niye alındığını da araştırdık. Cevabı ekmeğin lezzetinde bulduk. Biraz fazla iddialı olduğunu düşünebilirsiniz ama "yapımı en kolay olsun, lezzeti mükemmel olsun" derseniz o ekmek kırmızı buğday unundan yapılan ekmektir.

Ekmeklik un olarak anadolu coğrafyasında meşhur olmuş ve her bölge kendi yerel ürünü yanında kırmızı buğday yetiştirerek onu yerelleştirmiş, ekmek yapımında kendi buğdayı ile karıştırmıştır.

Bizim kırmızı buğday ununu elde ettiğimiz Kars bölgesi de kırik adı verilen bir başka cins buğday unu ile kırmızı buğday ununu harmanlayıp ekmeklerini yapmaktadır. Aroma olarak eşsiz, pişirme ve karma kolaylığı olarak pratiktir. Günümüz beyaz ekmeğine yakın (çok az koyu) bir renk verir. Doğal ürünlere doğal cephe almış yeni nesil bireylerinin bayıla bayıla yiyeceği ve hatta vazgeçemeyeceği bir lezzettir.

Evde ekmek yapma konusunda istekli olanlar, zor çalışılan unlardan başlangıç yapıp, başaramayınca vazgeçmek yerine kırmızı buğday unu ile başlayıp kolayca ekmek yapabilirler.

Gluten içermekle birlikte antik buğday türlerine yakın düşük değerlere sahiptir. Diyabet tüketimine kavılca unu kadar uygun değildir.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Çavdar Unu
Çavdar Unu / Rye Flour

Çavdar tahılında doğaldan uzaklaştırma buğdaya göre daha zordur. Sebebi ise çavdarın kepek, endosperm ve ruşeyminin ayrılması zordur. Bu sebeple çavdar tanesi bütün olarak satılır.

Tam buğday ekmeği reklamların etkisi ile daha yaygın sağlıklı ekmek imajı kazanmış olsa da konu sağlıklı yaşam olunca çavdarında yeri başkadır.

Damar sertliğine karşı doğal bir beslenme aracı olarak kalp sağlığını koruyucudur.

Niasin içeriğinden dolayı şeker hastaları ve sporcuların öncelikli tercihidir.

Çavdar ununun en ayırıcı özelliği vücutta yağ depolanmasını azalttığı için iyi bir form koruma ve rejim ekmeği hammaddesi olmasıdır.

Saf Çavdar Unundan Ekmek Yapma Tarifi

Malzemeler : 2 su bardağı su, 4 su bardağı saf çavdar unu, 2 yemek kaşığı zeytinyağı, 2 yemek kaşığı pekmez, 1 paket instant maya( makinada yapılacak ise 2 tatlı kaşığı), 1-1,5 tatlı kaşığı tuz, 2 yemek kaşığı keten tohumu, 1 su bardağı ayıklanmış siyah zeytin.

Tam Çavdar Ekmeği Yapılışı (Makina için):

ilk olarak su, yağ ve pekmezi ardındanda mayayı hazneye koyun. Ardından tüm malzemeyi makinanın haznesine yerleştirin. Makinenin tam buğday programına kurun. Program bitiminde ızgara üzerine çıkararak soğumasını bekleyin. Tam çavdar ekmeği sicak iken kesmeye çalışırsanız dağılabilir.

Tam Çavdar Ekmeği Yapılışı (Elde yoğurma ve fırında pişirme için):

Tüm malzeme karıştırma kabına konarak yoğrulur. Hamur kıvamı beyaz una göre nisbeten daha cıvık kalacaktır. 5-10 dakika yoğurarak karıştırma kabında kıvama gelmesini sağlayın. Pişireceğiniz kalıbı yağlayarak yapışmamasını sağlayın. Yapışma imkanı varsa pişirme kağıdı kullanın. Hamur üzerine nemli bez konarak hacmi iki katına çıkıncaya kadar ılık bir ortamda mayalanmaya bırakın.200 derece ısıttığınız fırında yarım saat pişirin. Yarım saat sonra dereceyi 150 dereceye düşürüp 10-15 dakika daha pişirin. Sonra çavdar ekmeğinizi tel ızgara üzerinde soğutup afiyetle yiyebilirsiniz.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Siyez Unu
Siyez Unu / einkorn (Triticum monococcum) / 2n=14 Kromozom GDO'suz

%100 Siyez buğdayından öğütülmüş un. Siyez buğdayının kepek ve ruşeymi dahil olmak üzere tüm kısımları öğütülmüş ve hiç bir karışım eklenmemiştir. Saf un formunda olup klasik metodlarda öğütülmüştür. Siyez unu öğütme işlemi esnasında doğal hali koruyacak şekilde işleme alınır.

Genetiği bozulmamış tek buğday türümüz olan siyez unu, beyaz ekmeğe buğday türünden olan tek alternatiftir. Kimyasal mücadele yapılmamış ve kimyasal gübre kullanılmadan üretilmiştir.

Siyez unu ile evde ekmek yapabilir, hamurişlerinde kullanabilir veya diğer unlarınıza arzu ettiğiniz oranda karıştırabilirsiniz.

Siyez unu kendine has bir tat ve aromaya sahiptir. Lezzet konusunda iddialı, sağlıklı olması ile rakipsizdir. Uluslararası gıda güvenliği sivil toplum kuruluşları tarafından dünya gıda mirası listesine alınmış ve türün korunması için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır.

Kastamonu ilçelerinde yaban orijinli yetiştiriciliği yapılagelmekte ve bölge halkında genetiği değiştirilmiş undan kaynaklanan çölyak gibi bir çok hastalığa istatistiksel olarak rastlanmamıştır. Ekmek gibi temel gıda maddelerini sağlıklı hale getirebilirsek, sağlığımız olumlu etkilenir.

Siyez buğdayı unu bu konuda yerli olması, genetiği ile oynanmamış olması ve kimyasallar kullanılmadan üretilmesi ile en sağlıklı temel gıda maddeleri arasında yerini almıştır.

Son dönemde siyez ununun kıymeti anlaşılmış olmasına rağmen, artan talebi karşılamak için su değirmeni yerine normal fabrika ortamına geçilmiştir. Talebin artması sonucu fiyat yükselmiş ve ürün ambalaj içine girerek koruyucu madde kullanımına başlandığı gözlenmiştir.

Safekmek tarafından sizlere sunulan siyez unu dökme ürün formunda olup miktarı az da olsa doğal üretime devam eden çiftçilerden temin edilmektedir. Genetiği değişmemiş 2 akraba buğday türü olan siyez ve kavılca buğdayları, hijyenik şekilde sizlere ulaştırılacaktır.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Kavılca Unu
Kavılca Unu / Gernik (Spelt, Kaplıca) / 2n=28 Kromozom GDO'suz

Kavılca buğdayının ruşeym ve kepeği ile beraber bir bütün olarak öğütülmesinden elde edilen un. Ülkemizde yetiştiriciliği devam eden genetiği korunmuş son iki buğday türünden biridir.

Kavılca ununun elde edildiği buğday Kars ilimizde yetişir. Soğuk iklime uyumlu olup bu sebeple kabuk kısmı daha kalındır. Bu durum endosperminin ufak kalmasına ve gluten içeriğinin alışılmış buğday türlerine göre çok düşük olmasına sebep olmuştur. Glisemik indeksinin düşük olması sağlıklı olmasını beraberinde getirir.

Kavılca unu içeriğinde yer aşan vitamin ve mineral kombinasyonu olarak normal unlardan 1,5 kat daha zengindir. Kavılca unu tek başına ekmek yapılabilse de bu ekmek beyaz ekmek yumuşaklığında olmaz. Tam tahıl unlu ekmeklere benzer.

Kalp sağlığını korumada ve mide & bağırsak çalışmasına olumlu katkı verebilecek yapıda lezzetli ve kendine has aroması ile alışıldığında vazgeçilemez bir alternatif oluşturuyor.

Ekmek yapımında, hamur işlerinde kullanabileceğiniz Kavılca Unu, bozulmamış olan genetiği ile sağlığınız için mükemmel etkileri olabilecek temel gıda maddesidir. Ekmek yapma makinesinde kavılca unu denemek isteyenler için başlangıçta kavılca ununa alışana kadar bir miktar beyaz un karıştırmalarını önermek zorundayız. Bu karışımın oranını zamanla azaltarak saf kavılca unundan yapılmış ekmeğe ulaşılmış olur.

Safekmek tarafından sizlerin beğenisine sunulan kavılca unu Kars bölgesinde su değirmeninde öğütülüp getirtilmektedir. Unlaştırma işlemi toptan yapılmamakta, dönemsel olarak un bittikçe öğütme yapıldığından elde edeceğiniz kavılca unu sürekli taze olarak size ulaşmaktadır.

Kavılca türü buğday çorak, dağlık ve meyilli arazilerde yaban şekilde (çoğunluğu) yetiştiğinde tarım aletleri ile hasadı yapılamamaktadır. El ile hasat ise emekli ve maliyeti yüksek olan bir uygulamadır. Kavılca unu üretimi esnasında mevcut zorluklar ve yüksek miktarlarda üretilemesi ürünü biraz pahalı yapmaktadır.

Safekmek tarafından size sunulan Spelt Kavılca Unu'nun en önemli özelliği sayısı çok azalmış olan su değirmeni ile öğütülmesidir. Su değirmeni diğer endüstriyel değirmenlere göre daha yavaştır. Unu ısıtmadan öğütür ve vitamin mineral kaybı yoktur. Un ısındıkça içindeki faydalar açığa çıkar. Isıtmadan öğütmek makbuldür.

Kavılca Unu'nun genetiği bozulmamış diğer bir un olan siyez unundan bile daha hoş kokulu ve rayihasını kaybetmemiş bir lezzet olmasını su değirmenine borçludur.

Kavılca unu üretiminde kullanılan buğdayın üretimini yaygınlaştırmak için sosyal sorumluluk projeleri yürüten yerel organizasyonlara bu emekleri için teşekkür ederiz.

▄▄▄▄▄▄▄▄

Dinkel Unu
Dinkel Buğdayı Unu / Spelt Flour / GDO'suz


Günümüzdeki ekmeklik buğdayın atası olarak kabul edilen dinkel buğdayının kepeği ve ruşeymi ile birlikte öğütülmesinden elde edilen un. Çaprazlama, melezleme ve genetik değiştirmeye maruz kalmadığı için sağlıklı özellikleri ile Almanya'da Dinkel, İtalyada farro ismi ile meşhurdur.

Dinkel Unu ekmek, makarna, çerez, kraker, kek, krep ve waffle yapmaya müsait yapısı ile zararları anlaşılmış olan Beyaz Un'un hepten yerine geçebilecek genetiği değişmemiş sağlıklı tek alternatif un olarak görülmektedir. Dinkel Buğdayını evde kullanacağımız tek un haline getirmemizin tek sebebi sağlıklı ve genetiği sağlam olması değildir. Asıl sebep antik aromasıdır. Bir çok hamur işinde önceki tattığımız lezzetlerden fazlasını bize sunmaktadır..

Dinkel Unu'nun kaynağını araştırdığımızda karşımıza iki yer çıkar. Biri Konya, diğeri Almanya. Kesin olmamakla birlikte bu sürecin şöyle geliştiği tahmin edilmektedir. MÖ 5000 yılında mezopotamya kaynaklı bir çıkışı olan dinkele ait buğday depoları ve ekmek fırınları kalıntıları, Konya'da Çumra yakınlarında keşfedilmiştir. Batıya göç esnasında tohumların Avrupaya taşındığı ve zaman içinde Anadolu coğrafyasından silindiği, sonraki süreçte toprak uyumundan dolayı Almanya'dan elde edilen dinkel tohumlarının tekrar getirilip Konya'da yetiştirilmeye başlandığı şeklindedir.

Dinkel Unu - gluten ilişkisi: Dinkel unu içeriğindeki protein yapısı daha kırılgan ve çözünebilir olduğundan zaten dünyadaki en düşük gluten oranına sahip olması özelliğiyle çölyak tüketimine %92 oranında uygun olduğu FDA tarafından belirtilmiş. FDA nın bu tüketim için koştuğu şart Dinkel Unu'nun öğütüldüğü alanda başka bir tahılın öğütülmemiş olmasıdır. Ancak bu şekilde %100 Dinkel Unu olarak ifade etmeye şart koşmuştur..

Dinkel Ununun elde edildiği buğdayın toplam ağırlığının %30-35 lik kısmı sert bir dış kepek teşkil eder. Lif oranının yüksek olması hazmı kolaylaştırır. Dinkel ununun içeriğindeki az miktardaki glutenin yapısı bozulmamış ve doğal halde olduğundan alerji yaşayanlarda aynı miktar değişime uğramış glutenin etkisini göstermez..

Bu site genel bilgilendirme için tasarlanmıştır ve tıbbi yardım, tıbbi tanı, ya da tıbbi tedavi amaçlı değildir. Profesyonel diyet ya da egzersiz rejiminde herhangi bir değişiklik yapmadan önce doktorunuza veya diğer sağlık birimlerine danışmalısınız...

▄▄▄▄▄▄▄▄

Karakılçık Buğdayı Unu
Karakılçık Buğdayı Unu/ Blackbone Flour / 2n=14 Kromozom GDO'suz

Ülkemizin genetiği sağlam atalık tarım değerlerinden biri olan karakılçık buğdayının öğütülmesi ile elde edilen un. Sert yapıda siyah tüylerinden dolayı yüz yıllardır karakılçık unu olarak anılan bu un ekmek ve hamur işleri yapımına uygundur. Gdosuz buğday unlarının genel özelliği olan düşük glisemik index ve düşük gluten özelliğine sahiptir.

Karakılçık Buğday Unu'nun elde edildiği buğday Türkiyenin bir çok ikliminde yetişir. Bilinen İzmir, Hatay, Adana, Erzincan illerinde az veya çok tarımı yapılmaktadır. Kepeği içinde ve yüksek liflidir.

Karakılçık buğday Unu'nu özel yapan değerlerden en önemlisi protein oranıdır. Karakılçık unu %12,3 protein, 18 g/Kg gluten içerir.

Genetiği değişmemiş diğer buğday unları gibi karakılçık buğdayı unu da kendine has aroması olan, enfes lezzete sahip, tam kepekli, hazmı kolay daha geç pişen ve kolay bayatlamayan ve bununla birlikte kolay kabarmayan bir yapı sergiler.

Karakılçık unu ile ekmek yapmak isteyenlere önerimiz, önce karakılçık unu ile karakılçık ekşi mayası üretmeleridir. Ekşi maya elde etmesi internetteki tariflere göre zor, esasında çok kolaydır! Eşit miktarda un ve suyu 48 saat cam bir kapta bekletmeniz, bu esnada hareket ettirmemeniz yeterli olacaktır.

Böylece karakılçık unu ile kendi ekşi mayasının lezzetinide katarak muhteşem ekmekler yapabilirsiniz.

--

Kaynak (fotoları bu sayfada bulabilirsiniz): http://www.safekmek.com/un-cesitleri.html

[Edited at 2019-01-24 22:57 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
RUSYA YAZILARI (...devam) Jan 29, 2019

--Alıntı--


"Rusya'da bir seri ilandan 44 kişilik şirkete… Türk-Rus evliliğiyle doğan başarı"


türkrus 26.11.2018

*-*1a

*-*2b

*-*3c


TürkRus.Com'un seri ilanlar sütununda yayınlanan ücretsiz bir reklamla başlayan yolda, bugün Moskova'da 44 kişinin çalıştığı bir şirkete dönüşmek… Yol iz bilmeyen küçük Türk müteşebbislerin muhasebe defterlerini tutmakla başlayan iş hayatında, Şanghay İşbirliği Örgütü'nün kapısından girip Çinliden Hintliye, pek çok farklı milletten büyük şirketlere hizmet verecek duruma gelmek… Bugün size anlatacağımız öykü, az zamanda çok iş başaran bir Türk-Rus ailesinin başarısı… Talaş ailesinin.

Sayıları artık on binlerle ölçülen Türk-Rus evlilikleri yeni bir nesil yaratırken, diğer yandan iş hayatında da yeni başarı öyküleri yazdırıyor. Sadece hayatlarını birleştirmekle kalmayıp iş dünyasında da birlikte “sıfırdan zirveye” yükselenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Bunlardan biri de, son yıllarda şirketlere muhasebe hizmetleri vermekten iş izinleri teminine kadar geniş bir yelpazede hizmet veren ve “karı koca” evde başladıkları şirketlerini bugün 44 kişinin çalıştığı, pek çok uluslararası şirkete de hizmet veren bir şirkete dönüştüren Talas çifti.

Rusya’ya genç bir profesyonel olarak gelip Ramstore’da mağaza müdürlüğüne kadar yükselen Ziya Talaş, büyük bir Rus şirketinde audit uzmanı olarak çalışan Rus eşi Alena ile birlikte kendi işlerini kurmaya karar verdikten kısa bir süre sonra, Moskova’da sektörünün büyükleri arasında yer bulmayı başarmış.

Rusya’daki Türk toplumunda da irili ufaklı çok sayıda şirkete hizmet veren Rosco şirketinin kurucusu olan Ziya Talaş, Rus eşi ile el ele vererek elde ettiği bu başarının öyküsünü TürkRus.Com’a anlattı:


- Rusya öykünüz nasıl başladı? İlk ne zaman, hangi vesile ile geldiniz, neler yaptınız?

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Türkiye’de sırayla Koç Bank ve Güral Cam firmalarında çalıştım. Türkiye’deki şartların uygunsuzluğu ve gelecek beklentisinden dolayı kulvarları değiştirmem gerektiğini anladım, yurtdışı arayışına geçtim. Vize ve iş bulabilme olanaklarından dolayı tercihim Rusya’dan yana oldu. 2005 yılında, soğuk bir aralık ayında çantayı aldığım gibi geldim. Kısa süre içerisinde Ramstore da çalışmaya başladım. 4 yıllık Ramstore dönemi Rusya’yı ve insanları tanıma, dil öğrenme, adapte olma ile geçti. Aynı zamanda sevgili eşimle tanışma ve evlenme dönemimiz de bu arada gerçekleşti.

- Bugünkü Rosco nasıl doğdu, bugünlere gelen süreçte neler yaşadınız?
Ramstore’un satılma söylentileri tüm çalışanlarla birlikte beni de bir arayış içerine soktu. Eşim Alena Alekseyevna Talaş, büyük bir Audit firmasında yönetici olarak çalışmaktaydı. Aynı benim gibi onun da aklında kendi işini yapma fikri vardı ve bu nedenle 2004 yılında Rosco Consulting Audit firmasını kurmuştu. Ortak kararla şirketi aktif hale getirmeye karar verdik.

İşe ilk başlamamız bugün de zevkle okuduğumuz Türkrus.Com’un ücretsiz ilan sayfalarına küçük bir ilan vermek oldu. O küçük ilandan 5 muhasebe defteri tutmaya başladıktan sonra küçük bir ofis tutup bir avukat işe aldık.

O yıllarda firmaların hepsinin yeniden registrasyon yaptırmaları gerekiyordu. Piyasada da 30’a yapılan bu işi 5’e yapmaya başladık. Bu sayede 60’a yakın firma ile tanışma fırsatı bulduk. Bu firmalardan bir çoğu daha başka hizmetler de sipariş vermeye başladı ve bir çoğu ile hala çalışmaktayız. İşin en başından beri hep teknolojiyi en ilerde takip etmek önceliğimiz oldu. Bu nedenle internet sitemizi çok özenle hazırladık, bu işte eşimin çok büyük emeğinin olduğunu veya tamamen onun eseri olduğunu söylemem gerek. Geçen 10 yılda bu durum hiç değişmedi. İşlere başlamamızdan bir yıl sonra ben işimden istifa ederek tam olarak Rosco’da çalışmaya başladım. Alena Alekseyevna’nın iş bilgisi ile yönetimi, benimse müşteri ilişkileri ile satışları takibim sayesinde şirketimiz büyüme gösterdi. Audit olarak başladığımız işte özellikle Türk müşterilerimiz bizi muhasebe ve hukuk alanlarına yönlendirmeye başladılar.

- Şu an hangi hizmetleri veriyorsunuz? Portföyünüzde ne kadar Türk, ne kadar yabancı şirket var?
İşlerin yavaş yavaş büyümesiyle bünyemize yeni muhasebeciler ve avukatlar katmaya başladık, Küçük ofisimiz yetmemeye başlayınca da yandaki odaları kiralamaya ve en sonunda tüm katı kiralamaya başladık. Müşterilerimizin neredeyse tamamı Türk ve Avrupalı firmalardan oluşuyordu.

Uçak krizi bizim için milat oldu. O zor dönemde bir çok Türk firması Rusya’dan çekilme kararı aldı. Biz de yabancı firmalar üzerinde uzman olduğumuz için diğer yabancıları hedef almaya başladık. Güney Kore’nin en büyük hukuk firması ile çalışmaya başladık. Şangay İşbirliği Örgütü İş Kulübü sayesinde Çin ve Hintli müşterilerimiz olmaya başladı. Bu arada Rusya’ya yatırımları azaltan Avrupalı müşteriler de azalmalar yaşandı. Müşteri portföyümüz %60 Türk, %30 diğer yabancılar ve %10 Rus müşteriler diyebiliriz.

Şu anda kadromuzda 44 kişi bulunmakta ve 12 kişilik sözleşmeli personel de iş yoğunluğu olduğu zamanlarda bize katkı sağlamakta. Müşteri kitlemizi artırdığımız gibi yapmış olduğumuz iş türleri de arttı bu dönemde. Hukuk firmamız özellikle şirketlere gerekli olan kuruluş ve değişilik işlemleri, sözleşmeler, alacak takibi, SRO üyeliği, lisanslar, izinler ve çalışma izinleri konusunda hizmet vermekte. Muhasebe bölümümüz müşterilerimizin isteğine göre hem ön muhasebe hem de ana muhasebe konularında yardımcı olmakta. Danışmanlık ve denetim bölümümüz biraz daha büyük firmaların denetim işlemlerini yapmakta. Daha bir kaç ay önce başladığımız insan kaynakları bölümü ise Moskova’da büyük bir problem olan kalifiye eleman bulma işlerini yürütmekte.

- Türk iş dünyasının Rusya’da en fazla sorun yaşadığı alanlar neler? Neleri yanlış yapıyoruz?
Türk iş dünyası Rusya’da başarısız demek yanlış olur, bir çok dinamik küçük ve orta ölçekli işletme var ki parmak ısırtır. Elbetteki sorun yaşayan işletmeler de var ve bunları genelde sektörel bazda değerlendirmek daha doğru olur. Özellikle inşaat sektörü piyasadaki 8-10 büyük lokomotif firmanın arkasından gelen yüzlerce küçük firma ile, tüm zorluklara rağmen çok güzel işler çıkarmakta. Makina ve yedek parça sektörü iyi satışlar yapıyor ancak hep “Türkiye’den satayım, hiç bir şeye karışmayayım” mantığında. Oysa Rusya’da yerleşik bir satış ve bakım ekibi kuranlar oldukça başarı sağlamakta. Bu sektörde çok daha iyi yerlerde olmamız mümkün.Tekstil sektörü son 10 yılda en fazla kan kaybeden sektör. Trendleri ve teknolojiyi takip edemeyen bu sektörde, Türk işletmeler her geçen gün azalmakta. Bir örnek vermek gerekirse ev tekstilinde uzman bir gelip firma burada çok büyük depo showroom açıp onlarca pazarlamacıyla toptan satış çalışmalarına başlıyor ve kısa sürede büyük bir zararla piyasadan geri çekiliyor. Oysa o dönemde yapılması gereken mağazalaşma ve perakende müşteriye hitaptı. Bugün gösteriyor ki marka ve mağazalaşma çalışmaları yapan firmalar kendilerini daha iyi hissediyor. Meyve sebze ve gıda sektöründe pazarlar aracılığıyla satış yapıyoruz, daha fazla şirketleşme ve zincir mağazalara direkt satışları artırmamız gerekiyor.

Türk insanı sıçak kanlı, güven duyuyor hemen herkese. İşte burada problem ortaya çıkıyor. Bir avukatla, mali müşavirle görüşmeden işlere başlıyor, tabii bunun sonuçta üzüntülü kayıplar yaşanabiliyor.

- Rusya pazarına şimdi “sıfırdan” girmek isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?

Rusya pazarına yeni girmek isteyen firmalar öncelikle iyi bir fizibilite çalışması yapmalı, kendi ürünlerinin satışının nerelerde, nasıl, kimler tarafından satıldığını incelemeli ve buna göre hedeflerini belirlemeliler.

Şirket kuruluşu öncesi mutlaka iyi bir avukat veya mali müşavirle hangi tür şirket ve hangi vergi sistemi ile çalışılacağına karar vermeli.

İşin yürübilmesi için çalışan kalife elemanların daha doğrusu ekibin çok iyi olması gerekir. Rusya’da kalifiye eleman bulmada oldukça güçlük yaşanmakta. Bu nedenle bir profesyonel insan kaynakları şirketinden eleman temini konusunda yardım alınabilir.

Türkiye’de marka olan olan büyük firmalar Rusya’ya yeni girdikleri zaman Türkiye’deki o büyük marka gibi davranmak istiyorlar. Unutmamaları gereken Rusya’da da marka olabilmek için Türkiye’de geçtikleri o yollardan yeniden geçmeleri gerekiyor.

Yeni işe başlayan küçük startup sahiplerine önerim çok çalışmak en azından sizin için doğru eleman bulup yeterli miktarda ona ödeme yapana kadar. ikinci husus doğru yerden başlamak ve çıkış stratejisini de en baştan hesaplamak.

Trendleri ve teknolojiyi çok iyi takip etmek.

Bunlar benim basit tavsiyelerim ve bu tavsiyeleri kuruluşunu yapmış olduğumuz yaklaşık 800 firma sahibi ile bire bir görüşmelerim sayesinde derledim.Tüm yatırımcıları Rusya’ya davet ediyorum. Doğru adımlarla girilirse Rusya’da her zaman başarı mümkün. Ama Rusya’yı hiç hafife almamak şartıyla.

Kaynak: http://turkrus.com/694419-rusyada-bir-seri-ilandan-44-kisilik-sirkete…-turk-rus-evliligiyle-dogan-basari-xh.aspx


▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


Rusyalı bilim insanları 'telepati cihazı' geliştirdi: "Düşünce yazıya dökülebiliyor"

türkrus 29.1.2019

7120

Rusyalı tıp uzmanları, felç hastalarının düşünce gücüyle bilgisayara yazı yazabilmesini sağlayan bir cihaz geliştirdiklerini açıkladılar. İzvestiya gazetesinin haberine göre, "Neurochat" adı verilen cihaz bir yazılım, özel bir ara yüz ve bir nöro-ekipmandan oluşuyor.

Cihazın kablosuz ekipmanı hastanın başına takılıyor ve hastanın karşısındaki ekrana harfler yansıtılıyor. Hastadan harflere sırayla odaklanarak bir kelime yazmaya çalışması isteniyor.

Cihazı geliştiren NeuroNet'in idari direktörü Aleksandr Semyonov ilk kopyaların önde gelen rehabilitasyon merkezlerine test amacıyla gönderildiğini söyledi. Test sürecinin başarılı olması durumunda ilkbaharda cihazın seri üretimine geçilecek.

Firma yetkilileri geliştirdikleri cihazı Mart ayında İngiltere'de düzenlenecek European Neuro Convention'da tanıtmayı planlıyor.


Kaynak: http://turkrus.com/722313-rusyali-bilim-insanlari-telepati-cihazi-gelistirdi-dusunce-yaziya-dokulebiliyor-xh.aspx



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Tarzan'dan Büyük Diktatör'e... Stalin'in evinde tutkuyla izlediği 5 yabancı film"


türkrus 29.1.2019

*-*1210


"Stalin döneminde yabancı filmler sıkı sansüre tabi olup nadiren Sovyet seyricisiyle buluşurken parti liderinin kendisi çok sevdiği bu filmleri kendi özel gösterim odalarında izlerdi." RBTH sitesindeki yazuya göre, kızı Svetlana Alliluyeva babasının Kremlin dahil bütün ikametgahlarında kendisine özel sinema salonları kurulduğunu hatırlıyor. Peki Stalin'in en sevdiği hangileri idi? Ve Sovyet lider neden bu filmleri seviyordu?

1. Kayıp Devriye (The Lost Patrol, 1934).

Bir Western hayranı olan Stalin'in favorisi John Ford'un çektiği The Lost Patrol idi. Sovyet lideri, John Wayne'in başrolünü oynadığı bu filmi o kadar sevmişti ki ünlü Rus yönetmen Mihail Romm'a bir Sovyet versiyonunu çektirdi ve böylece Batı'nın Westernlerine karşı Doğu'nun ilk Eastern'ı Trinadsat (On üç, 1937) ortaya çıktı.

2. Kahyasının Kızkardeşi (His Butler's Sister, 1943).

Stalin bu filmde Deanne Durbin tarafından söylenen Rus romanslarına bayılırdı. Sovyet lideri filmleri altyazı ya da dublaj yardımıyla değil, simültane çeviri ile izlerdi. Simültane çeviri işini dönemin sinema bakanı İvan Bolşakov'un yaptığı söylenir.

3. Maymun Adam Tarzan (Tarzan the Ape Man, 1932).

Stalin, Tarzan filmlerini Westernlerden bile daha çok severdi. Kendisi daha sonra bu sevgiyi şu sözlerle ifade edecektir: "Tarzan kapitalist dünyanın dehşetinden, özgürlüğü ve mutluluğu bulduğu cengele kaçarak kurtulan vbir adamın hikayesidir." Stalin'in inisiyatifiyle 1952'de Sovyet sinemalarında gösterilen 4 Tarzan filmi toplamda 160 milyonluk gişe elde etmişti.

4. Katia (1938).

Rus imparatoru II. Aleksandr ile Prenses Katerina Dolgorukova'nın aşkını hikaye eden bu film Sovyet sinemalarında hiç gösterilmedi. Stalin'in büyük torunu Aleksandr Burdonski dedesinin bu filmi defalarca izlediğini hatırlıyor. Burdonski'ye göre, bu sevgi kişisel nedenlere, muhtemelen ekranda gördükleri ile kendi hayatı arasında kurduğu paralelliklere dayanıyor.

5. Büyük Diktatör (The Great Dictator, 1940).

Stalin Charlie Chaplin filmlerine bayılırdı. Tatil için gittiği Soçi'de bile filmlerin kopyalarını getirtip izlediği söylenir. Yönetmen Mihail Romm'un anılarına göre, Stalin Şehir Işıkları'nın gösterimi sırasında ağlamıştır. Sovyet lideri Büyük Diktatör'ü severek izlese de Sovyet sinemalarında gösterilmesine izin vermedi.


Kaynak: http://turkrus.com/724986-tarzandan-buyuk-diktatore-stalinin-evinde-tutkuyla-izledigi-5-yabanci-film-xh.aspx



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


Türkiye'deki Beyaz Rusların izinde yolculuk: "Teşekkürler İstanbul!"


türkrus 19/7/2018

*-*1047


Marina Yarova-Sığırcı, 2010’dan beri İstanbul’da yaşayan bir Rus aydını. Şubat ayından Rusya’da basılan “Teşekkürler İstanbul! Türkiye’deki Beyaz Rusların İzinde” adlı araştırma- inceleme kitabı ile bir döneme ışık tutuyor. 1917 Bolşevik Devriminden sonra Rusya’yı terketmek zorunda kalıp, hayatlarını Türkiye’de geçiren insanların kaderlerine adanan kitabın Türkçeye da kazandırılması, önemli bir kazanım olacak.

Rusya’nın St. Petersburg şehrinde “European House” yayınevi tarafından şubat ayında ilk baskısı yapılan 240 sayfalık “Sbasibo Konstantinapol” adlı kitap, 64 sayfadan oluşan renkli ve siyah beyaz resimlerle de ayrı bir zenginlik oluşturuyor.

Yazar Marina Yarova-Sığırcı, kitabın öyküsünü anlatırken, “Bu resimler arasında çoğu daha önce hiçbir yerde basılmamış olan özel şahıslara ve kurumlara ait çok özel resimler de bulunmakta” diyor.

Yazar, hem Türkiye’de hem de Rusya’da uzun ve titiz bir çalışmanın ürünü olan kitap ile ilgili şu bilgileri paylaşıyor:

“Bu kitap, 100 yıllık bir dönemi kapsayacak şekilde yaşanan olayları, kaderin bir cilvesiyle 2. anavatanları İstanbul ve Türkiye’deki diğer mekanlar olan insanların ve onların evlatlarının gözünden anlatmakta. Anlatılanlar, İstanbul’un büyük bir mülteci hücumu ile dolmaya başladığı dönemden başlamakta ve (burada kalmaya karar verenlerin) yaşadığı tüm dönemleri kapsamakta.”

“Beyaz Rus” deyimi, Bolşevik Kızıl Ordu karşıtı olan “Beyaz Ordu” ile birlikte kaçan askeri veya sivil insanlara verilen ad.

Marina Yarova-Sığırcı, günümüzde, Beyaz Rus mültecilerin 2. neslinin çocuklarının bazılarının hâlâ İstanbul’da yaşadıklarına dikkati çekiyor ve “Onların hafızalarına nakşettikleri olaylar ve anımsadıkları öyküler sayesinde, Beyaz Rusların Türkiye’de yaşadıkları zor ekonomik ve siyasal koşullar altındaki yaşadıklarını kâğıda dökmek mümkün oldu” diyor.

Yazarın araştırmaları sadece Beyaz Rusların 2. ve 3. nesillerinin hatıralarına değil - özellikle o dönem yaşamış olan yazar, gazeteci tanıkların anlattıklarına, kendi kişisel araştırmaları ile, ayrıntılı arşivsel ve tarihsel belgelerin incelenmesine dayanıyor.

Marina Yarova-Sığırcı, kiytabı hazırlarken Beyaz Rus mültecilerinin mezarlarının izinde, İstanbul ve Adalardaki bütün büyük hıristiyan mezarlıklarını araştırmış. Bulunan isimlerden hareketle , bu kişiler ve aileleri hakkında derin bilgiler toplamış. Böylece onların kim oldukları, Çarlık Rusyasının hangi bölge- şehrinden oldukları, sosyal konum ve mevkileri gibi gerçekler kitaba yansımış. Bulunan isimler arasında meşhur ve iyi bilinen pek çok isim ve aileler mevcut.

Yazar burada adları geçen pek çok Rus ve Ukraynalı’nın akrabaların, kayıp akrabalarının adlarını bularak, hâlâ Türkiye’de yaşamakta olan yakınlarını bulmalarını da ümit ediyor.

Bunların dışında yazar, Gelibolu ve Çatalca’da Beyaz Ordu ve Kazakların ikamet ettikleri yerleri de ziyaret etmiş. Kitap sadece Beyaz Ordunun kahramanlıklarının yanında, buradaki Rus askeri yaşamından ayrıntılar sunmakta ve günümüze kadar ayakta kalan rus izlerinden bahsetmekte.

Kitapta, vaktiyle Yunanistan‘ın Aynoroz adasındaki Rus manastırına gidenlerin ücretsiz ikamet ve ibadet edebilecekleri İstanbul Karaköy’deki 3 apartman kilisesi ve Rus mültecilerin yaşamında önemli bir yere sahip olan “Fukaraperver Cemiyeti” (Beyaz Rus yardımlaşma örgütü) hakkında ayrıntılar da yer alıyor.

Kitap ayrıca mültecilerin ilk yıllarda İstanbul’un kültürel yaşamlarından ve burada hayatları boyunca kalarak Türk kültürel yaşamına katkı sağlayan Rusya kökenli sanatçılardan da ayrıntılı olarak söz ediyor.

Yazar Marina Yarova-Sığırcı, “Kitapta hangi konular anlatılırsa anlatılsın , insanların kaderleri hep en ön planda tutuldu. Okurlar, Beyaz Rusların aile yaşantıları ile yabancı bir ülkedeki yaşamlarını , dinsel ve milli bayramlarını kutlamalarını ve geleneklerini nasıl sürdürdüklerini öğreniyorlar” diyor.

Rusların Türkiye’ye göçüne ait çok geniş belgelere sahip olan kitap, şu bölümlerden oluşuyor:

Tarihsel Durum; Gelibolu ve Çatalca Kampları; İstanbul’daki adalardaki mülteciler; İstanbul Karaköy’deki Yunanistan Aynoroz adasına ait üç Apartman Kilisesi; Fukaraperver Cemiyeti PAE; İstanbul’daki Beyaz Rusların Kültürel Yaşamı; “Grand Rue de Pera” caddesi; Rus lokanta ve kafeleri; Rejans ve Ayaspaşa Rus Lokantası; Türkiye’deki ilk plajlar; Kaybolan Kaderler- gerçek yaşam öyküleri; İstanbul ve Adalardaki Hıristiyan mezarlıklar; Son Söz; 2 ek; Bibliyografi.

Kitabın Türkçeye de kazandırılması için çalışmalar devam ediyor.

Yazar Marina Yarova-Sığırcı, 1965 Kemerovo doğumlu. Latin-Alman Filolojisi mezunu. Uzun yıllar Ukrayna’da çevirmenlik ve TV program yapımcılığı yaptıktan sonar, ABD’de FOX TV’de staj imkanı da bulmuş. Eşi doktor Ali Rıza Sığırcı ile, 2009’da Avrupa kültür başkenti İstanbul konulu bir belgesel film hazırlarken geldiğinde tanışmış. Eşi ile birlikte 2010’dan beri İstanbul’da yaşıyor. Rusça, Ukraynaca, İngilizce biliyor ve Türkçe öğreniyor.

Not: Marina Yarova-Sığırcı’nın fotoğraf, Beyaz Rusların İstanbul’a en değerli armağanlarından olan, eski adıyla “Rejans”, şimdiki adıyla “İstanbul 1924” restorda, fotoğrafçı Olga Boz tarafından çekilmiş.

Kaynak: http://turkrus.com/652617-turkiyedeki-beyaz-ruslarin-izinde-yolculuk-tesekkurler-istanbul-xh.aspx




▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


Karma evliklerin izinde iki dilli, iki kültürlü çocuklarımız: "Türk uyruklu Babam!"

türkrus 7.12.2014

*-*7777

Moskova'da yayımlanan dergimiz Kompas-Pusula, İki dilli, kültürlü çocuklarımızın “hayat hikayelerini” mercek altına almaya devam ediyor. Bu sayımızda da, İzmir’de yaşayan yazarımız Yana Temiz ve büyük kızı Asya’yı konuk ediyoruz. Onların deneyimlerinden hepimizin alacağı dersler olduğuna inanarak...

"Karma evliliklerden bahsederken kültür farklılıkları ve iyimser tahminlerden, yeter ki sevgi olsun, herşey iyi olur dedikten sonra aklımız esas mesele hakkındaki düşüncelere dalar.

Çocuklar: Nasıl olacaklar? Hangi dilde konuşacaklar? Hangisinde düşünecekler? Hangi ülkeyi anavatanları olarak kabul edecekler? Eğitimleri kolay mı olacak? Ya yaşamları? Gelecek günler onlara neler hazırlıyor? Nasıl da başkalarında nasıl olmuş diye görmek isteriz. Bu bir Türk kadını ile bir Rus köy ağasının oğlu olan ünlü şair Jukovskiy gibi öyle tarihi ve ya Amerika gibi uzakta bir örnek olmasın, öyle olsun ki karşılıklı konuşabilelim. Rus-Türk evliliklerden olma çok çocuk var, acaba aralarında artık “yetişkin” olanlar ne durumda?

Bu konuda yazarımız Yana Temiz ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okuyan kızı Asya'dan, deneyimlerini bizimle paylaşmalarını rica ettik.

«Öğrenci, eğitimde mükemmel, sporcu, güzeller güzeli!» – bu sıfatlar ünlü filmdeki kadın başrol oyuncusuna yakıştığı gibi Asya Temiz'e de aynen yakışıyor. Ekimde yirmi yaşına basacak; bunun ilk beş yılını arada bir Türkiye'ye gidip gelerek Moskova'da yaşadı, geri kalanı ise ,bazen Petersburg’ta tatilini geçirmesi dışında, hep İzmir'de geçti. Bir Türk okulunda okudu, okulun en iyi öğrencisiydi, çok kolay bir şekilde, 500 puanın 492'ni alarak ilk seferde istediği üniversiteye girdi. Serbest bir şekilde Türkçe, Rusça ve İngilizce konuşabiliyor, Japoncası hiç fena değil, Fransızca öğreniyor, klasik eserleri okumaya bayılıyor ve çok güzel buz pateni yapıyor.

- Yana, nasıl oldu da bu "mucizeyi" yetiştirdiniz?
- Çabalarımı büyütmeye gerek yok: Çocukların yetişmesinde herşey ebeveynlerin çabalarına bağlı değil. Elde ettikleri başarılardan kendime kesinlikle pay çıkarmak istemem. Çocuklardan yana talih bana gülümsedi, o kadar!

- Ama, yine de büyük çaba gösterdiniz, değil mi? Deneyimlerinizi bizimle paylaşmak istemez misiniz?
- İki dilli çocuk yetiştirmeye hazırlanırken, tabii ki çok düşündüm. İki dilde çok güzel bir şekilde konuşacak, kalın kitaplar okuyacak diye hayaller kurardım ve... işte o anda hayali şatolar kurmayı bırakıp başladım plan yapmaya. İki dilli çocuklara nasıl iki eğitimin de olanağını sağlayabilirim, iki kültürün eksilerini bir yana atarak artılarını nasıl bir araya getirebilirim diye. İlk iş olarak Türkiye'ye yerleşmeye karar verdim. Eşimin Moskova'da ve Peterburg'ta geleceği olan ve iyi gelir getiren bir işi, Podmoskovye'de Bolşevo'da çoktan inşa ettiğimiz güzel bir evimiz ve ilgimi çeken bir işim olmasına rağmen. Rusya’da olmasın da nerede olursa olsun yaşarım gibi isteklerim de hiçbir zaman olmadı; ben göç etmek için evlenenlerden değildim. Fakat çocukların dil ve eğitim sorunu, işte kararımı etkileyen asıl faktör bu oldu.

Çocuğu Moskova'da okula verirsem sonuçta ne alacağımı iyi kestirebiliyordum: iyi İngilizcesi ve muhtemelen Fransızcası olan sıradan bir Moskovalı öğrenci; öğrencimiz Türkiye'ye, oradaki akrabalarına misafirliğe gitmeyi sevecek, birkaç Türkçe cümle öğrenecek, tıpkı bir turist gibi. Babası ile, büyük ihtimalle İngilizce konuşacak, babasının kendi dilini çocuğa öğretmek için ne zamanı ne de imkanı olacak: hem işi var hem de eğitimi dilbilim üzerine değil… Ben kendim ise kesinlikle kendi çocuklarımla yabancı bir dilde konuşmak istemedim, babalarının elinden bu imkanı almak da doğru değildi!

- Çocukların Türkiye'de Rusçayı unutacaklarından korkmadınız mı?
- Hayır, gariptir ama, korkmadım… zamanım olmadı! Türkiye'ye taşınmamız bize etrafımızı saracak bir dil ortamı getirdi. İkincisini, Rusçanın dil ortamını, sağlamak ise bana düştü. Daha doğrusu o ortamın kendisi olmak. O ortam şeklinde işlemek. Dürüstçe söyleyeyim: Hiç de kolay olmadı. Her şeyden önce, gidilmesi gereken her türlü işi reddettim ve her zaman evdeydim. Kitap yazıyordum, ders veriyordum, tiyatro çalışmalarına katılıyordum, çocuklar ve ev işlerinden farklı şeylerle uğraşıyordum, ancak... çocuklarla sürekli diyalog halindeydim. Onlarla konuşurdum, hem de sadece günlük konularda kalmadan ve dili basite indirgemeden. Kelime hazinelerini zenginleştirirdim böylece. Onlara sadece Rusça okurdum, sadece Rus çizgi filmleri (Rusça demek istiyorum) ve filmleri getirirdim; evde çocuklarla kendi aramızda hiç Türkçe konuşmazdık. Moskova'dan annem ve büyük kızım gelirlerdi, Rus dostlarımız misafir olurlardı, yazın Rusya'ya seyahat ederdik. O zamanlar Internet böyle yaygın da değildi, bizim için en önemli olan konuşmalarımız ve kitaplar idi.

- Onlara hangi kitapları okurdunuz?
- Taa başından beri, çocuklarımız 'bizim özümüzden', 'eski ve güzel', 'Rus ve Sovyet' eğitimi almalı hayalinden vazgeçmiştim. Evet, Rusça. Oysa ne fark eder ki: ha Shakespeare'den iyi bir sone çevirisi okumuşlar, ha Puşkin’i? Okulda (bu özel, paralı ,iyi bir okul!) Shakespeare'i işliyorlar ve ya Dumas ve Mark Twain'i okuyorlarsa ben de bundan faydalabilirim... evet, Puşkin'in hikayelerini onlara okurdum, elbette ki! Andersen'i de, Perrault'yu da Grimm Kardeşleri de. Gaydar ve 'Neznayka'yı (Bilgisiz) ise hayır. Ben, Rusçaya iyi çevirisi ile, Enid Blyton'u ve 'Savaşçı Kedileri'ni tercih ettim. İlla ki çocukluğumuzda aynı kitapları okumuş olalım diye bir endişem yoktu: okusunlar ve okumayı sevsinler de! Kendi 'çocukluğumdan', 'Tütün kutusundaki şehir', 'Gümüş toynak' (kendi versiyonum ile!) ve 'Kara tavuk', 'Sovyet' döneminden ise, galiba sadece 'Eğri Aynalar Krallığı', bir de 'Zümrüt Kentin Büyücüsü' vardı. Nasıl desem, tek dil ve tek kültür çerçevesinde bile ebeveynlerin ve çocukların ilgi duyacakları kitapların farklı olabileceğini pekala anlayabiliyordum. Şimdilerde Asya Tolstoy ve Dostoyevski'yi okuyorsa bu benim katkım değil, kendi profesyonel ilgi alanı, buna doğru bir yönelişi var, aynı filolojik tutkuyla Türk yazarları da okuyor, George Orwell'i de, Oscar Wilde'ı da...

Bu ne mutluluk, Rus çocuklarının ebedi korkuluğu 'okul programı' onlar için sadece kitaplar demek! Asya, ölü canların neden Çiçikov'a lazım olduğunu bilmezdi (oy, nasıl da ilginç! Söyleme, anne!), trenin Anna'nın kaderinde oynadığı rolü bilmezdi, Prens Andrey'in ölümünü beklemiyordu, 'Müfettiş'te gözlerinden yaş gelecek kadar gülmüştü, 'Maça Kızı'nda ahı vah ederdi ve böylece bir kaşifin alabileceği zevkleri tadardı. Çocuklarımın beşeri bilimlerden vazgeçebileceklerine, edebiyatı sevmeyebileceklerine hazırdım. Ne olmuş ki? Yabancı dil bilmek herkese faydalıdır, ben de ısrarla onları saran bir dil ortamı olarak işlemeye devam ettim...ya da ,kendi zamanımda İngiliz okulunda şaka yaptıkları gibi, “surrounding Wednesday” olarak. Çocukların Rus şakalarını anlamalarını, Rus şiirini ve özlü sözlerini bilmelerini istedim... doğrudur, kendi Rus yaşıtlarına göre bildikleri daha azdır, ancak aradaki fark pek belli değil ve kolaylıkla ortadan kaldırılabilir, bunun karşılığında ise serbest bir şekilde Türkçe ve İngilizce konuşabiliyorlar.

"Nasıl? - Türk hanım arkadaşlarım sorarlardı bana. - Çocuklarla Rusça mı konuşuyorsun? Okulda nasıl da sıkıntı çekecekler!"

"Evet, - diye kabullenirdim, - zorlanacaklar, ancak şimdi, iki kere ikiyi ve dünyanın yuvarlak olduğunu öğrendikleri sırada. O esnada onları sadece dil zorlayacak, geri kalan konularda ise gerekeni yaptım bile. Sonrası ise onlar için kolay olacak, sizinkiler için hiç olmadığı kadar: ne de olsa neredeyse üç dil biliyor olacaklar".

Bir dilbilimci olarak Rusçanın, Türkçenin ve İngilizcenin farklı dil gruplarına ait olmalarından memnun olmamam mümkün değildi, çünkü sonradan bu gruplara giren diğer dilleri çok daha kolay bir şekilde öğrenebilecekler. Hiç unutmam, MGU Dilbilim Fakültesi birinci sınıftayken, profesör dilbilimine giriş dersini verirken, dersin başında şöyle demişti: "İyi bir Rus dilbilimcisi en az altı dil bilmelidir... Fransızca, İspanyolca ve İtalyancayı bir dil olarak kabul ediyorum, – homurdanan bizlere cevaben devam etmişti – Latinceyi öğrenirsiniz. İşte size bütün Roman dilleri, ne olmuş yani! Altı dil, tekrar ediyorum, ama hepsi, ayrı gruplardan olmalı!" Ben kendim bu ideale ulaşamadım, kızlarım ise bunu yapabilir, tabii isterlerse. İnsanların içinde kendi aralarında Türkçe, evde Rusça konuşuyorlar: dilden dile geçiyorlar. Arkadaşları ile kolayca English'e, gizli şeyler konuşmak istiyorlarsa Japoncaya geçebiliyorlar. Onlara Rus dili imlasını öğretmedim: Ne de olsa anneleriyim, öğretmenleri değil, ancak bana bıraktıkları notlardaki yazım hatalarını düzeltiyorum, sanıyorum ki okuma ve görsel hafıza, ayrıca gereklilik hali bu sorunları aşmalarına yeterli olacaktır. Ne de olsa hayatlarının nasıl gelişeceğini ve nerede yaşamak isteyeceklerini kimse bilemez. Bana kalırsa hiç olmazsa, mademki iki anavatanları oldu, bunların arasında seçim yapma şanslarını ellerinden almamak gerekir. Rus anneanne ya da Türk kuzenleri ile diyalogdan mahrum bırakmamak gerekir. En önemlisi de doğuşlarının onlara kendiliğinden verdiği avantajdan onları yoksun bırakmamak gerekir: Yani aynı anda iki dili öğrenmek, ikisini de sevmek ve hissetmek; başka bir deyişle herkesin elde etmek için yıllarca eğitim alıp dünyaca para harcadığı şeyi kolaylıkla alma şansından…

***

-​ Asya, söyler misin, iki-dilli olmak zor mu?
-​ Şu anda belli bir zorluk hissetmiyorum, hatta tam aksine kendimi çok şanslı buluyorum. Çünkü iki dil bilme ve iki kültürü öz kültürüm gibi algılama olanağına sahibim. İşin gerçeği, çocukluğumda bazı güçlüklerle karşılaşmıştım. Türkiye’ye geldiğimde (o sırada beş buçuk yaşındaydım) neredeyse hiç Türkçe bilmiyordum ve birinci sınıfa başladığımda sık sık sınıf arkadaşlarımın şakalarını anlamıyor, oyun ve esprilerini kavrayamıyordum. Ancak kısa bir süre sonra, evde konuştuğumuz Rusçayı da muhafaza ederek, tüm bunlara uyum sağlayabildim.
-​ Peki, hangi dilde düşünüyorsun?
-​ Bu; içinde bulunduğum ortam ve ruh halime göre değişse de, en çok Türkçe ve Japonca düşünüyorum. Ancak, birkaç saat boyunca tek bir dile maruz kalınca, sonrasında uzun bir süre o dilde düşünmeye devam ettiğimi fark ettim. İngilizce kompozisyon yazdığım bir sınavdan çıkınca günün geri kalan kısmı İngilizce ve ya Rusya’ ya gelişimden birkaç gün sonra Türkçe yerine tamamen Rusça düşündüğüm oluyor.

-​ Üniversitede ne okuyorsun, uzmanlığın nedir?
-​ İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyorum ama aynı zamanda Türk Edebiyatı ile de ilgileniyorum ve o bölümdeki bazı derslere giriyorum. Aslında ilgimi karşılaştırmalı edebiyat çekiyor ve bu alanda zevkle okuduğum Rus Edebiyatının da bana faydalı olacağını düşünüyorum.

-​ Peki, Türkçe neleri okumayı seviyorsun?
-​ Türkçe olarak on dokuzuncu yüzyıldaki Tanzimat Edebiyatı ile Servet-i Fünun Edebiyatını zevkle okuyorum. Tabii bunun için günümüz Türkçesinden oldukça farklı olan Osmanlıcayı incelemek durumunda kalıyorum. Aynı şekilde yirminci yüzyıldan da, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay başta olmak üzere, pek çok yazarı seviyorum. En sevdiğim şair ise Tevfik Fikret.

-​ Kendini kim gibi hissediyorsun: Türk mü Rus mu?

-​ Bu soruyu bana hem Rusya’da hem de Türkiye’de sık sık soruyorlardı ve hala da soruyorlar. Cevabım ise hep aynıydı: kendimi aynı anda ikisi gibi de hissediyorum. Rus kültürünün unsurları içimde Türk kültürününkileri ile birleşiyorlar: Birisi içimde ne kadar mevcutsa diğeri de bir o kadar mevcut. Ve kendimi hem İzmir hem de Moskova sokaklarında eşit derecede yerli hissediyorum."

Kaynak: http://turkrus.com/67479-karma-evliklerin-izinde-iki-dilli-iki-kulturlucocuklarimiz-turk-uyruklu-babam-xh.aspx



▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Süt tozundan kaynağa... Rusya'nın dünyaya armağanı 5 teknolojik buluş"

türkrus 17.1.2019

*-*7174

Rusya, SSCB'nin en zorlu ekonomik şartlarında bile her zaman bilim tarihine olduğu kadar teknolojik gelişime de önemli katkılarda bulunmuş bir ülke. Çarlık yıllarından bugüne, gündelik hayatta sık karşılaştığımız ve kullandığımız bazı teknolojiler ilk kez bu topraklardan çıktı. Pek çok örnek sayılabilir ama bunlardan bazıları "en çok ses getirenler" denebilir. İşte RBTH'nin derlemesiyle, Rusya'dan dünyaya yayılan 5 teknolojik buluş.

1. Kaynak
Elektrik arkı, İngiliz mühendis Humphry Davy ve Rus mühendis Vasili Petrov tarafından hemen hemen aynı zamanda ve birbirlerinden bağımsız olarak keşfedildi. Ancak Humphry'nin arkı kısa atımlı ve düşük ısılı iken Petrov'un arkı metalleri eriterek kaynaştırmaya imkan verecek kadar uzun süreli ve yüksek ısılı idi. Bu buluşu kaynak teknolojisini yaratmak için kullanan kişi de bir başka Rus mühendis Nikolay Bernardos oldu. Bernardos buluşunu 1885'te patent altına aldı ve kaynak teknolojisi 1888'de sanayide kullanılmaya başlandı. Aynı yıllarda diğer Rus mühendis Nikolay Slavyanov da metal elektrodlar yerine karbon elektrod kullanarak yüksek ısılarda metalleri birbirine kayaştırmayı başardı.

2. Süt tozu
Rus doktor Osip Kriçevski, Yakutistan'ın yerel halkının sütü soğukta dondurduktan sonra güneşte kurutarak toz haline getirdiğini gözlemledi ve 1832'de bu teknolojiyi Nerçinsk'te süt depolamak için kullandı. Aynı yıl St. Petersburg'da ürünün ticari amaçlı üretimine başlandı. Ne var ki bundan 33 yıl sonra süt tozunu patentleyen kişi İngiliz T.S. Grimwade oldu.

3. Yangın söndürme köpüğü
Bu buluş Rus çarlığı döneminin en eski petrol çıkarma bölgelerinden Azerbaycan'ın Bakü kentinde ortaya çıktı. Petrol kuyularında sıkça karşılaşılan yangın problemine çözüm arayan Fransız asıllı Rus mühendis Aleksandr Loran, söylenceye göre, bira köpüğünden esinlenerek yangın söndürme köpüğünü keşfetti. Loran buluşunu 1907 yılında hem Rusya'da, hem de ABD'de patentle koruma altına aldı.

4. Diagrid
Bu mühendislik-mimarlık kavramını anlamak için gözünüzün önüne üst üste bindirilen çelik kirişlerle yükselen Şabalovskaya TV kulesini hatırlayın. Rus mühendis Vladimir Şuhov'a ait bu buluş 1895-1899 yılları arasında keşfedilip patentle koruma altına alındı. İlk diagrid kule de 1896'da Nİjniy Novgorod'da inşa edildi. Moskova'daki Şuhov Kulesi, ya da daha bilinen adıyla Şabolovka Kulesi de diagrid teknolojisiyle inşa edilen bir yapı.

5. Kan basıncı ölçümü
İnvaziv olmayan (vücudun içine derinliğine girilmeden yüzeyde yapılan) kan basıncı ölçme tekniği 1904 yılında Rus doktor Nikolay Korotkov tarafından keşfedildi ve ertesi yıl yarım sayfalık bir raporla tıp camiası ile paylaşıldı. Korotkov'un yöntemi 1935 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından tek remisi non-invaziv kan basıncı ölçüm yöntemi olarak kabul edildi ve halen standart bir yöntem olarak kullanılmakta.

Kaynak: http://turkrus.com/718918-sut-tozundan-kaynaga-rusyanin-dunyaya-armagani-5-teknolojik-bulus-xh.aspx


▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Nev-i Şahsına Münhasır Bir Hristiyan Anarşist: Tolstoy"


31/01/2018 -Christoyannopoulos /Çeviri-> Alişan Şahin Kaynak – itaatsiz.org
▄▄▄▄▄▄▄▄

//“Gerçek anlamda Hristiyanlık Hz. İsa’nın Çarmıha gerildiği, ta ilk dönemlerden itibaren, devletin varlığına son vermeyi savunur.” Leo Tolstoy///rus-edebiyatc4b1


Leo Tolstoy’un İncil okumaları hristiyan anarşistler için dahi olağan değildir. 50’li yaşlarda hristiyanlığa döndüğünde, geleneksel ortodoks hristiyanlığı benimsemedi. Ona göre, Hz. İsa ne allah’ın oğludur, ne de doğaüstü mucizeler gösteren biridir. Tolstoy, incildeki doğaüstü hikayelerin, hırıstiyanları hipnotize etmek maksadıyla uydurulduğunu, (kilise’nin devlet gibi olduğunu) savunulamayacak şeylerin sorgulanmasını engellemek maksadıyla kilise tarafından eklendiğini söyler. O, hristiyanlığın dürüstce ve tümüyle uygulamaya konması halinde kilisesiz ve devletsiz bir topluma yöneleceğini, aksini savunanların ise ikiyüzlü olduğunu söyler.

Hristiyanlığa Dönüş

Tolstoy 1828’de varlıklı ve aristokrat bir aileden dünya’ya geldi. Süreç içinde kendini saygı duyulan bir roman yazarı olarak yetiştirdi. En ünlü iki romanı olan Savaş ve Bariş ve Anna Karenina 1863-1869 ve 1873-1877 arasında yazılmıştır.

O’nun yaşamı 1869’da değişmeye başladı. Rusya’nın uzak kasabalarına yapmış olduğu bir gezi sırasında ölüm ıstırabı deneyimi ile yüzyüze geldi. Bir gece vakti ölümün hakiki bir veri olduğu ve tüm uğraşların boş olduğu duygusuyla doldu. O`nu dehşete düşüren ölümün kendisi değil, fakat Yaşamı takib eden ölümün yaşama manasızlık kattığı gerçeğiydi.”İtiraflarım” isimli eserinde ifade etmiş olduğu gibi, durup dinlenmeksizin artan bir enerji ile felsefei bilim ve din alanında eser vermiş düşünürlerin eserlerinde yaşamın anlamına cevap aradı. Yaşamın anlam ve değerine ilişkin bir yanıtı hiçbir şey ve yerde bulamadı. İntiharı bile düşünmüştü.

Ve sonra o an geldi. Etrafındaki köylülerin – ki o zamana kadar onlara yukarıdan bakan gururlu bir aristokrattı – ölüme sakin ve dinginlikle yaklaşmakta olduklarını gözlemledi. Fakat neden? Onları yaşamın bu apaçık manasızlığına karşı dingin kılan, onlara yardım eden ne idi? İdrak etti ki onların sadece bir “inançları” var idi. Bu onun hem ilgisini çekmiş, hem de umut vermişti. Bu sefer, yaşamın manasını idrak edeceği umuduyla yenilenmiş bir aşk ile incil’i okumaya gömüldü.

Dağdaki Vaaz

Hz. İsa’nın Dağdaki Vaaz’ında özel ve çok ünlü olan bölümünü okurken, bu esinlenme ona aniden geldi. “İnancım Neden İbarettir?” de anlattığı gibi, o’nun varoluşsal kaygısına son verip, İncil’in manasını çözmesine yardımcı oldu.

Bu önemli cümleler Matthew (bizde Matta olarak bilinir) İncil’inden 5:38-42 ve Kral James versiyonundadir:

“ Göze göz, dişe diş denildiğini duydunuz.

Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin.

Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin.

Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün.

Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyenden yüz çevirmeyin.”

Bu önerilerin uygulanması, Tolstoy için, bir devrimden başka bir şey değildi. Hz. İsa insanoğlu için, “kötü”ye karşı koymada radikal ve zekice bir metod önermekteydi. Bu, baskı altına alınıldığında ya da haksızlığa uğranıldığında aynı ile karşılık vermeyi değil, sevgi ile, affedicilik ve cömertlikle yanıt verilmesini önermekte idi.

Tolstoy Hz. İsa’nın önerilerinden hareketle insanoğlunun öyle ya da böyle bir fasit daire içine girdiğini gözlemledi. Kötü’ye karşı kötü ile, şiddet’e karşı şiddet ile, savaş’a karşı önlem olarak savaş ile yanıt verildiğini idrak etti. Bu yanıtlar acı, öfke ve sefaleti yaymakta, kötülüğün garantisi olmakta, acıları derinleştirmekte idi. Şiddetin bu fasit dairesine yegane çözüm (Tolstoy simdi idrak etmişti), Hz. İsa tarafından çok iyi bir şekilde vurgulanan, sevginin erdemli dairesini ikame etmekti. Kötü, öfke ve kin’in yıkıcı çemberşnşn üstesinden, affedicilik, adanma ve sevginin sabır çemberi gelebilirdi. Öbür yanağını çevirmek kısa vadede çok acı çekmek anlamına gelir, fakat kötülük yapanın yavaş yavaş yolunu değiştirecek ve pişman olacaktır. Şiddet bulaşıcı olduğu gibi, sevgi de bulaşıcıdır.

Tolstoy’un anladığı, bu yolla bir kimse başka birini kendi isteğine göre zorlayıp, bir yola sokabilir. Tarz ve sonuç olarak bir farkları yoktur: şiddet şiddeti besler. Sadece ve sadece sevgi bir topluma merhamet ve barış getirebilir. Ve sevgi ancak örneklenerek öğretilebilir. Bunun için cesarete ihtiyaç vardır. Adaletsizce kovuşturmaya uğrasa bile Hz. İsa’nın takipçileri sonunda ölüm (ya da çarmıha gerilme) bile olsa sabırla sevmeli ve affetmelidir.

Tolstoy’a göre Hz. İsa’nın insanoğluna öğrettikleri budur. Budur hizmetleri süresince yaşamı ve ölümüyle pratik olarak gösterdikleri. Dağdaki Vaaz’ında en iyi şekilde gösterdiği prensipleri direnmemek ve sevmektir.

Birileri elbette bu vizyonun ütopik ve gerçek dışı olduğunu söyleyecektir. Fakat bu bakış açısına karşı “İnancım neden ibarettir?” adlı eserinde Tolstoy’un yanıtı var.

“Bu kuralın ara vermeksizin uygulanmasının zor olduğu düşünülebilir. Ve herkes ona uymaktan mutluluk duymayacaktır. Bunun aptalca olduğu söylenebilir. Inançsızlar, Hz. İsa bir hayalperest, bir idealist ve öğretisi salakça ve uygulanamaz kuralları varmış gibi davranabilirler. Hz. İsa açık, kesin ve net olarak söylemiş olduğunu itiraf etmemek mümkün değildir: bu da, “insan kötüye karşı direnmemeli ve bundan dolayıdır ki bu öğretiyi kabul eden biri direnemez.”dir. Bundan dolayı, sadece riyakarlar çarmıha gerilen İsa’nın öğretisinin kötüye (her ne şekilde açıklanıyorsa) direnmemek için çağrı olduğunu inkar eder.”

Hıristiyan Olmayan Kurumlar

Tolstoy’a göre, hırıstiyanlığın özü bu ise, bundan hareketle, devletle olan ilişkiler yeniden gözden geçirmelidirler. Dağdaki vaaz’da takipçilerini direnme, yargılama ve yemin etme diyerek yönlendirmiştir. Buna karşılık Devlet, bağlılık için yemin ister, vatandaşlarını yargılar ve kriminallere ve düşmana karşı kor. Bunun yanında, Devlet yasalarını uygulamak için şiddet uygular ve vatandaşlarını ekonomik kölelik vasıtasıyla yola getirir. Bundan dolayıdır Tolstoy’un Devlet’in hırıstiyan bir kurum olmadığını düşünmesi…

Daha da ötesi; eğer hırıstiyanlar hakikaten Hz. İsa’nın düşüncelerine göre davransalardı – kendi kendilerini sevgi, affedicilik ve merhamet ile idare etselerdi – Devlet’e ihtiyaç kalmazdı. Insanlar birbirlerine yardım etmeli ve yaşamak için temel ihtiyaçlarını istekle paylaşmalıdırlar. Toplumun prensibi sevgi olmalı, zorba Devlet tarafından uygulanan kurgusal bir “Adalet” değil.

Bundan dolayı, toplum için hırıstiyanlık ve devlet birbirine uymayan iki bakış açısıdır, Tolstoy’a göre. Devlet’in meşruiyetini savunan biri aynı zamanda dürüst bir hırıstiyan olamaz. Çünkü, Devlet Hz. İsa’nın tavsiyelerine karşı gelmekte. Hz. İsa’nın tavsiyeleri hayata geçirilmiş olsa idi devlete ihtiyaç olmazdı.

Fakat neden hırıstiyanlara Devlet’e bağlılık bildirmeleri söylenmektedir? Bunun cevabı Tolstoy’a göre çok açık: İmparator Konstantin’den beri, iki yüzlülükle Devlet gücünü kullanan kilise hırıstiyanlara ihanet etmiştir. Bundan dolayı Tolstoy kilise’nin Devlet kadar kötü olduğunu söyler. Kurnazca ve mantık dışı yalanlarını sürekli kılmak ve hırıstiyanları tevekkül ile hipnotize edip, şiddeti meşrulaştırmak vasıtasıyla iktidarlarına sarılıp, devam ettirerek oyunlar oynadıkları için Devlet ve Kilise’yi suçlar. Kilise’yi Hz. İsa’nın öğretilerine ihanet ettiği ve Dağdaki Vaaz’ında özetlemiş olduğu esas mesajından ziyade törenler ve hurafeyle yoğunlaşmayı seçtiği için ağır bir dille eleştirir. O’na göre Kilise ve Devlet’in uygulamaları Hz. İsa’nın öğretilerine karşı işlemektedir. Bundan dolayı her iki kurum da hırıstiyan olmayan kurumlardır. Gerçek bir hırıstiyan toplumda bunların ikisine de ihtiyaç kalmayacaktır.

Hayatının son 30 yılında hakiki hırıstiyanlığın özünü hırıstiyan dostlarına anlatmak ve onların uyanmalarına yardım etmek maksadıyla din ve politika üzerine onlarca kitap, broşür ve makale yazdı. O’nun Devlet ve Kilise’ye karşı şiddetli eleştirileri sık sık sansüre uğramasına ve yasaklanmasına neden olduysa da, yazıları ülke dışında, Rusya’da ve başka yerlerde dolaşıma girdi ve yayınlandı. Rus dostları Çar’a karşı çıktığı için o’na saygı duymaktaydılar. Gandi de dahil olmak üzere her yerden mektuplar almaktaydı. Çok sayıda insan onun hırıstiyanlığa dair yorumları için ziyaretine gelmekteydi. Ve yeni bir yüzyıla girerken uluslararası önemli bir figür oldu. Bugün bile biz o’nu hırıstiyanlığa dönmeden evvel yazmış olduğu romanlarından hatırlıyoruz esasen.

Rasyonalist Bir Hristiyanlık

*-*7177

Onun hırıstiyanlık anlayışı problemsiz değildir. İncil’in ihmal edilmiş boyutlarına dikkat çekmesinde haklı olabilir. Fakat İncil’in ardındaki metafiziğe dair yorumu birçok hırıstiyanca bugün kabul edilemez olarak kalmıştır. Neden? Çünkü Hz.İsa’nın öğretilerindeki bozulmayı görüp, temizlemeye teşvik etmesinde hırıstiyanlığa oldukça rasyonalist yaklaştı ki bu tavır hırıstiyan birini gelenek, ritüeller ve hikmetten uzak tutar.

Yaşamın anlamına dair araştırmalarında Tolstoy’un tek meşalesi 19. Yüzyılın aklının ışığıdır. Hz. İsa’nın mesajlarının yorumunda başarılı olmuşsa, bu o’nun Hz. İsa’nın bu dünya’ya gelmiş olan en rasyonel öğretmen olduğuna inandığı içindir. Yani vücüdu yeniden dirilen ya da cennete geri dönen “Allah’ın oğlu” olduğu için değil. Tolstoy Hz.İsa’nın ilahlığı, bakire Meryem ve yeniden doğum gibi geleneksel hikmetlerin anlamsız ve yeniden rasyonalize edilmesi gerektiğine inanmaktaydı.

O’na göre İncil, içinde gizil olan akılcı öğretisinden okuyucunun dikkatini dağıtan mantıksız hurafelerle dizayn edilip bozulmuştur. Bundan dolayı, Tolstoy gospelleri yeniden yazmış( sadece bir özeti ingilizce’ye çevirilmiş), tüm irrasyonel eklentileri ayıklamış, çelişkili anlatımları harmonize etmiş ve Hz. İsa’nın hayatını mantıklı kronolojik anlatımlara göre düzenlemiştir. Bu gospel’de Tolstoy’a göre doğaüstü mucizeler yoktur. Aklın ışığı belirgin bir şekilde göze çarpmakta ve metin Hz.İsa’nın çarmıhta ölmesi ile bitmekte ve yeniden diriliş (resurrection) yoktur.

Tolstoy bundan dolayı din’i ahlak’a indirgemiştir. Bundan dolayı Onun için en önemli ahlak kodları bir insanoğlunca vurgulanan Hz. İsa’nın Dağdaki Vaaz’ıdır. Tüm dinsel dogma ve anlaşılmaz şeylerin yalancı Kilise ve Devlet otoritesi tarafından eklenmiş olduğundan şüphelenmekteydi. Bundan dolayı İncil ve o’nun teolojik okumalarını çok dikkatli ve aklın değerlerinin ışığında, her ifadesini filtreden geçirerek okunması uyarısını yapmaktaydı.

Öldükten sonra yaşama asla inanmadı. Onun daha önceki bastırılmış varoluşsal rahatsızlığını anlamak, açıklamak zordur. Çünkü kendisi de bunu iyi bir şekilde açıklamaz. Fakat sonlu olanın ötesindeki sonsuz olanı idrak etmede ve yaşamın anlamının bu bağışlanmış bilgisindeki “inanç”ta yapılacak bir şeyleri olmalı. “Sonsuzluk”un ne olduğu, her nasılsa, anlaşılmaz kaldı. sevgi ve akılla yakın alakalı gibi görünür fakat yazılarında bulanık bırakılmıştır.

Onun “yaşamın anlamını” rasyonalist hırıstiyanlık anlayışında bulduğu açıktır. Yaşamak için tüm kötülüklerin üstesinden sevginin bulaşıcı gücü yoluyla gelecek bir amaç (Hz. İsa’nın öğretilerini canlandırmak için çalışmaktır bu) görmekteydi. Bu, o’nun fikrince, insan ilişkilerinde daha ileri bir gelişmeyi başarmanın yegane yoluydu.

Onun çeşidinden hırıstiyanlık sabırla muhakeme ve gayretli rituel vasıtasıyla ortaya çıkabilecek olan ilahi hikmet’e samimi şekilde inananları rahat ettirmeyecektir. Ve eleştiriler Tolstoy’un ekstrem ve hemen hemen köktenci hırıstiyanlık yorumlarının bıktırıcı olduğunda haklı olabilirler. Fakat bol miktarda üzerine yazmış olduğu Dağdaki Vaaz’ın politik uygulamalarının ihmal edilmiş olmasına dikkat çekmiş olması Onun hırıstiyan Anarşizme yapmış olduğu önemli katkı olarak halen dikkate değerdir. Onun hırıstiyanlık yorumu hakikaten tuhaf (nev-i şahsına münhasır) olabilir, fakat çalışmaları hırıstiyan anarşist literatürde onu mümtaz bir yere sahip kılmıştır.

Alexandre Christoyannopoulos
▄▄▄▄▄▄▄▄


Referans Listesi

Tolstoy, Leo. A Confession and Other Religious Writings. Çev. by Jane Kentish. London: Penguin, 1987.

––––––––. A Confession and the Gospel in Brief. Translated by Aylmer Maude. London: Humphrey Milford, 1933.

––––––––. Essays from Tula. [Çev. by Free Age Press.] London: Sheppard, 1948.

––––––––. The Kingdom of God and Peace Essays. Çev. by Aylmer Maude. New Delhi: Rupa, 2001.

––––––––. On Life and Essays on Religion. Çev. by Aylmer Maude. London: Humphrey Milford, 1934.

––––––––. What I Believe. [Çev.by Fyvie Mayo?] London: C. W. Daniel, n.d.


Yazının alındığı yer: https://rusedebiyati.wordpress.com/2018/01/31/nev-i-sahsina-munhasir-bir-hristiyan-anarsist-tolstoy/


[Edited at 2019-01-29 13:53 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 29, 2019

--Alıntı--


"Felsefenin bitmesi demek insan beyninin bitmesi demektir"


Söyleşi: Gamze Kulak 29.01.2019 23:00


Sadık-Usta


Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisine imza atan yazar Sadık Usta, Gamze Kulak’ın sorularını yanıtladı.

Sadık Usta 4 kitaplık “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serisinde felsefe ve uygarlık tarihine ışık tuttu. Kafka Yayınevi’nden çıkan bu seride Sadık Usta, “tarihte ne yapılmış, ne yapmışlar da dünyayı değiştirmişler” sorusuna cevap aradı.

Gamze Kulak, bu çalışma üzerine yazar Sadık Usta ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Kulak, Usta ile geçmişteki çalışmaları ve Dünyayı Değiştiren Düşünürler kitabı hakkında konuştu.

İşte o söyleşi:

-Daha önceki kitap çalışmalarınız, çevirileriniz ve yazılarınız ütopya kavramı üzerine. Ütopya üzerine çalışmayı neden tercih ettiniz?

Ütopya, hayatımın rotasını değiştirmiş bir fenomendir. Almanya’da, 1984 yılında Avrupa’nın önemli kentlerini kapsayan bir tren yolculuğu için evden ayrılırken, arkadaşım ve komşum sevgili Gerhard, elime küçük bir kitapçık tutuşturmuştu. O kitapçığı okuduktan sonra, kelimenin gerçek anlamında hayatımın rotası değişti.

O gün bugün, üstümde güçlü bir etki bırakan o kitapçığı tekrar tekrar sevgiyle okurum. Kitapçığın yazarı, Eric Frank Russel'dır. Yıllar sonra o kitap, Ve Sonra Hiç Kalmadı adıyla Türkçeye de çevrilmişti.

Beni otuz beş yıl önce ütopya yazınıyla tanıştıran bu kitapçık, bir bakıma bana ütopyalar diyarının kapısını aralamıştı. O günden bu yana, hiç ama hiç ara vermeden ütopya deryasında gezinip dururum. Neden? Çünkü ütopyalar diyarı, insanlığın en ilginç ve fantastik düşün alanıdır. Hiç bitmeyen, uçsuz bucaksız bir keşif alanıdır… Ütopyalar diyarı insanı bugünün sıkıcı hayatından alıp götürür, insana iyimserlik ve umut aşılar. Ütopya bir umman gibidir; insanoğlunun bitmeyen özlemlerinin coğrafyasıdır…

Bu kitapçıkla birlikte önce dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olan Thomas More'un Ütopya'sına inceledim. Ardından da dünyanın çeşitli ülkelerinde yazılmış diğer onlarca ütopyayı. Kendimi bir ütopya korsanı, ütopya avcısı olarak görüyorum. Nerede bir ütopya varsa onu hemen bulup okumak isterim. Şu sıralar yeniden Doğu ütopyalarına sardım. Fakat 20 küsur yıldır Türk ütopyalarının izini de sürer dururum.

-Dünyayı Değiştiren Düşünürler dizisi için şimdiye kadar olan çalışmalarınızın toplamı diyebilir miyiz?

Aslında değil, çünkü diğer kitaplarım esas olarak ütopyalarla, kapitalizm eleştirisiyle belki kısmen felsefeyle ilgilidir. Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisi ise şöyle tarif edilebilir: hem felsefe tarihidir bu hem düşünce hem de uygarlık tarihi… Üç misyon iç içe geçmiştir bu çalışmalarda. Bu kitaplar hem felsefe tarihini bilmek hem önemli ve köşe taşı olan filozofların eserlerinden parçalar okumak hem de bilimin çeşitli alanlarında etkin olan ve çalışmalarıyla dünyayı değiştirmiş bilim adamlarının hayatlarını, yaşadıkları çağları; onları yaratan koşulları ve bu düşünürlerin insanlık tarihindeki etkilerini ele almaktadır. Bu açıdan yaklaşınca da bu kitaplar bir uygarlık tarihi olarak okunabilirler, çünkü birbirine bağlantılı olarak yazılmışlardır.

-Dünyayı Değiştiren Düşünürler dizisi şu an 4 cilt olarak yayımlandı ve son olarak 5’inci cildinin de hazırlıklarının sürdüğünü biliyoruz. Bu seriyi hazırlarken dönemlere ayırmak veya düşünürleri “dünyayı değiştiren” olarak tanımlarken nasıl bir yol izlediniz?

Aslında bu kitapların tasarımı başta farklıydı, böyle değildi. Biraz süreç içinde bu niteliği kazandılar. Bu kitaplarda sadece filozofların ve düşünürlerin eserlerinden parçalar olacaktı ve herhangi bir yorum ve sunuş bulunmayacaktı. Hatta bu konuda elimde bir kılavuz kitap da vardı. Fakat daha ilk kitabın hazırlık aşamasında bu yöntemin yanlış olacağını anlamıştım. Filozof ve düşünürlerin metinleri önemliydi, ancak bu metinlerin hangi tarihsel koşulların ürünü ve hangi amaçla yazıldıklarını bilmeden, söz konusu filozof ve bilim insanlarının hayatlarına ve onları yaratan toplumsal koşullara bakmadan; onların yazı ve eylemlerinin sonraki yüzyıllarda nasıl bir etkide bulunduğunu belirtmeden okura katıksız ekmek sunmak gibi olacaktı. Bu nedenle birinci ciltten itibaren kitaplarda temel bir değişikliğe gittim.

Bu çalışmalarda yer alan düşünürlerin yaşadıkları çağlara, onların hayatlarına, yaptıkları çalışmaların özelliklerine ilişkin kapsamlı sunuşlar hazırladım. Tabii bütün bunlar yıllarımı alan bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır ki bunu da burada belirtmeden geçmeyeyim. Bazı bölümler bir felsefe ansiklopedisi gibi de okunabilir. Örneğin “Demokritos atomlar konusunda ne demişti” diye bir soru sorarak birinci cilde el atabilirsiniz ya da “Rönesans ve Aydınlanma nasıl ortaya çıkmıştı” gibi bir soruyla ikinci ve üçüncü cilde bakabilirsiniz. Aynı şey dördüncü cilt için de geçerlidir. Siyasal iktisadın temel metinlerinden seçkiler, “Adam Smith ne demiş? Gerçekten o, dizginsiz kapitalizmi mi savunmuş” Bunların yanıtlarını bulabilirsiniz. Alman felsefesi, Kant (Aydınlanma), Hegel (Diyalektik), Feuerbach (Din eleştirisi) ve sonra Marx ve Marksizmin temel metinlerinden seçkiler, yorumlar ve açıklamalar…

“AYDINLANMANIN EN BÜYÜK ETEKİSİ AMERİKAN VE FRANSIZ DEVRİMLERİNDE ORTAYA ÇIKMIŞTI”

Dönemlere gelince; elimde kaba bir kılavuz eser vardı, fakat o kılavuzu da terk etmek zorunda kaldım. Çünkü hem düşünürlerin hem de bölgelerin ve tarihlerin yeniden belirlenmesi gerekmişti. Kaba taslak olarak kitaplar üç kıtayı kapsıyor; Asya, Avrupa ve Amerika. Dönem, milattan önce 2 binli yıllardan başlıyor ve 19’uncu yüzyılın sonlarında Marx’ı da kapsayarak bitiyor. Birinci cilt Hint ve Çin’den başlayarak Rönesans’ın sonuna kadar geliyor. Sonra ikinci cilt Rönesans’ın sonundan Aydınlanma çağına kadar devam ediyor, yani 17’inci yüzyılın sonlarına kadar. Üçüncü cilt, Aydınlanmayı, özellikle de Fransız radikal Aydınlanmasını merkeze alıyor ve sonra konuyu Amerikan ve Fransız devrimlerine kadar genişliyor. Neden devrimler? Çünkü Aydınlanmanın en büyük etkisi Amerikan ve Fransız Devrimlerinde ortaya çıkmıştı. Dördüncü cilt, siyasal iktisat, yani ekonomi politik. Fransızlardan başlayarak İngiliz ekonomi politiği işleniyor. Sonra Alman idealist felsefesi, yani Kant, Hegel ve Feuerbach. Sonra Rus halkçılığı ki onlar buna Narodnizm diyorlar ve ardından da Marksizmin ilkelerini oluşturan Marx ve Engels geliyor. Şimdi arada bir boşluk var: o da İslam felsefesi ve düşünürleri. Bunu araya sıkıştırmayı, yani konuyu birkaç düşünürle geçiştirmeyi doğru bulmadım ve bu nedenle de İslam felsefesi ve düşünürlerini kapsamlı bir ciltte toplamayı ve incelemeyi gerekli gördüm. Şimdi onun hazırlıklarını sürdürüyorum. Sanırım en özgün çalışma bu olacak ve bazı tartışmalara zemin sunacak.

-Kitaplarınızın ilk cildinde ayrıntılı olarak işlemişsiniz ama ben yine de sormak istiyorum. Hint ve Çin felsefeleri ile Yunan ve Roma felsefeleri arasında temel ayrım noktalarını kısaca açıklayabilir misiniz? Coğrafi, kültürel ve sosyoekonomik farkların felsefe üzerinde ne gibi etkileri mevcuttur?

Hint ve Çin felsefesi ile Yunan ve Roma felsefesi arasında önemli bir ayrım var. Ancak önce bir konuya açıklık getireyim. Dışardan bakanlar veya konuya vakıf olmayanlar, Çin ve Hindistan gibi iki büyük coğrafyanın, kendi içinde bütünlüklü feodal imparatorluklar olduğu sanıyor. Bu doğru değil, ki sunuşlarımda buna dikkat çektim. Hem Çin’de hem Hindistan’da birbiriyle savaşan onlarca devlet var. Felsefe bu devletlerin birbiriyle rekabeti sürecinde ortaya çıkmış. Toplumlar ve devletler arası çatışma olmadan gelişme de olmuyor tarihte. Felsefenin ortaya çıkabilmesi için devletlerin varlığı yeterli değildir; kentlerin inşası, alabildiğine yoğun bir ticaret ve birbiriyle savaşan devletlerin varlığı zorunludur.

Bu ortam çok önemli, çünkü felsefe, ancak toplumsal çatışmanın yoğun olduğu, fikri tartışma ve düşünsel sorgulamanın kesintisiz devam ettiği ve büyük toplumsal krizlerin kapıda beklediği dönemlerde ortaya çıkmış veya büyük sıçramalar kaydetmiştir. Bu açıdan Çin, Hindistan ve Yunan diyarı birbirine benzer. Fakat Yunan felsefesinin önemli bir avantajı var. O da şudur: Yunan felsefesi çok gelişmiş meta üretiminin, yoğun ticaretin ve birbiriyle kıyasıya çatışan büyük eski uygarlıkların kültürel havzasında ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu bu birikimin ürünü olmuştur. Akdeniz ticareti başlı başına bir fenomendir. Bu aynı zamanda yoğun fikri alışverişi demektir. Onlarca kültür bir harmanda buluşmaktadır. Bilim, teknoloji, düşünce, edebiyat, sanat, savaş kuramı ve aklımıza gelen bir dizi maddi ve düşünsel alan, felsefenin yeşermesi için verimli bir zemin yaratmıştır. Bu ortamı kısmen Çin ve Hindistan’da özlüyoruz. Oradaki bilimsel, kültürel, teknolojik, düşünsel alışveriş daha sınırlı. Bu açıdan bunların Yunan’dan bir farkı var. Yunan düşüncesi, sanki daha dizginsiz ve daha yaratıcı. Bunun felsefe üzerindeki izdüşümü de bu açıdan belirgindir. Yunan felsefesinin üslubu ve soruları insana, sanki günümüzün sorunları ele alınıyormuş gibi tanıdık gelir. Çin ve Hint felsefesi ise daha ağır akışkan, daha katı ve daha donuk ilkelere sahiptir. Tabii bir parantez açıp şunu da belirteyim: Hint ve Çin felsefesinin metinleri bize Yunan felsefesinin metinleri gibi kolayca ulaşmamıştır. Bunun birçok tarihsel nedeni vardır ki bunları kısmen birinci cildin başındaki uzun sunuşlarda ifade ettim.

-Serinin ikinci cildinde ise Rönesans’tan Aydınlanmaya: Yeni Bir Çağın Doğuşu başlığını görüyoruz. Tarihte Aydınlanma olarak tanımladığımız kırılma nasıl meydana geldi? Aydınlanma felsefesinin ilk çağda bahsettiğiniz felsefelerden ne gibi farkları vardı ve nasıl doğdu?

Kanımca Aydınlanma felsefesinin ortaya çıktığı dönem, insanlık tarihinde eşsiz bir dönemdir. İnsanlığın en özgür ve en yaratıcı olduğu dönem bu yüzyıllardır. Bunu kısmen Hümanizm ve Rönesans’ın özgürlükçü iklimine de borçluyuz. “Peki insanlık buraya nasıl geldi?” diye sormak gerekiyor aslında.

“BUNLAR KIŞKIRTICI VE ANLAMLI SORULARDIR”

Kısaca belirtmek gerekirse; Katolik Kilisesi, Avrupa’da yıkılan Roma İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde şekillenen devletlerin resmi dini olarak ortaya çıkmıştı. Henüz devletler adam akıllı inşa olmadan kilise örgütlenmişti bile. Devletlerin kuruluşu, bir bakıma kilisenin yardımıyla olmuştur da diyebiliriz. Çünkü bürokrasi, bilim, eğitim, ticaret ve sanat namına ne varsa hepsi kilisenin denetimindeydi. İnsan evlenirken kilisede evlenilirdi, doğunca kilisede kayda geçerdi ölünce de kilisedeki kütükten düşerdi.

Manastırlar rahiplerin inzivaya çekildikleri hücreler değildi ve buralarda sadece din eğitimi alınmazdı; aynı zamanda burada ciddi bilim de yapılırdı. Yazmak ve düşünmek ruhban sınıfının işiydi. Bu durumu bir Ortaçağ uzmanı olan Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında çok iyi görürüz. Kilisenin dogmaları vardı ve bunlar aynı zamanda o günün devletlerinin de dogmalarıydı. Dogmalar hayatla çatıştıkları için hükümlerini hiçbir zaman uzun süre sürdüremezler. Kilisenin askeri, ticari ve düşünsel diktatörlüğüne önce çeşitli halklar isyan etmiş ki bunlar aynı zamanda büyük köylü ayaklanmalarıdır sonra da düşünür ve aydınlar bayrak açmışlardır.

Rönesans döneminin en önemli şahsiyetleri Luther, Erasmus, Thomas More; sonra Leonardo da Vinci, Galieo, Giordano Bruno vb. Bu isimlere bakınca bunların üç alanda faaliyet gösterdikleri görülür: din, felsefe-siyaset ve bilim. Dünyanın yuvarlak oluşu, evrenin merkezinin dünya olmadığının keşfi, kilisenin bütün dayanaklarını yerle bir etmişti. Üstüne Bruno, Thomas More ve Erasmus’un hem siyaset ve felsefe hem de teoloji alanındaki eleştirileri, kiliseyi adam akıllı güçsüz düşürmüştü. Eğer Dünya, evrenin merkezi değilse o zaman insan da Tanrının özel bir yaratımı olamazdı. Başka dünyalar da olabilirdi. Ve belki de biz çevremizde gördüğümüz diğer canlılar gibi doğanın bir eseriydik… Bunlar kışkırtıcı ve anlamlı sorulardır. Aklı devreye sokmayı öneren sorular…

Sonraki dönemde Katolik kilisesi bölünerek Hıristiyanların en az yarısını oluşturan Protestan kilisesi çıkmıştır. Bundan böyle Avrupa’da monarşiler güç ve otoritelerini Papa’dan değil, bizzat Tanrıdan alacaklardı. Bunu temellendirmek için de Hıristiyanlık öğretilerini kullanacaklardı. Kilise yıkılmamak için monarşilere dayanacak ve imtiyazlar koparacak monarşiler de güçlerini manevi yönden meşru kılmak için kilise ve Tanrıya dayanacaktı. Ekonomik büyüme, sömürgeler, kentleşme, bilimsel gelişmeler, yeni bir sınıf olan burjuvazinin ortaya çıkması, ekonomik ağırlığın kırsal alandan kentlere kayması doğal olarak köylülerin özgürleşmesini zorunlu kılıyordu. Neden? Bunun birkaç nedeni var. Bir ülke düşünün onlarca, hatta yüzlerce beyliklerden oluşuyor ve bir bölgede üretilen ürün, diğer bir bölgenin pazarına taşınırken on kez gümrük vergisiyle karşılaşıyor.

Yani iç pazarı bölen bir sistem var. İkincisi, sürekli birbiriyle savaşan beylikler yüzünden insan hayatı ve emeği heder oluyor. Yine bir yerdeki bilimsel gelişme bir başka yerde kullanılamıyor, bir yerde yapılan eğitim bir başka yerde kabul görmüyor; ağırlık ve ölçü birimleri birbirinden farklı, ortak bir norm yok; medeni yasa farklı, siyasi koşullar farklı. Farklı paralar, farklı gümrük tarifeleri, farklı ticari kurallar vs… Üstüne bir de köylüler toprağa, yani toprak ağalarına bağımlı, yani istedikleri zaman yer değiştiremiyorlar. Ekip biçtiğiniz topraklar, meralar, ormanlar, su kanalları ya size ait değil ya da zorla elinizden alınabiliyor. Nasıl olsa birçok köy ve kasabada sözü geçen tek bir adam var ve hem kolluk kuvvetlerinin patronu hem de din adamını o yiyip içiriyor.

“EVREN NİYE OLUŞTU”

Köylüler kaçabiliyor ama kaçak yaşamayı göze almalıdır. Dilenirken yakalanırsanız hapsi boyluyorsunuz. Üçüncü kez yakalanırsanız idamlıksınız. Savaşlardan dolayı monarşiler muazzam bir borç altına giriyor ve borçlu oldukları insanlar da ticareti ve üretimi ellerinde tutan burjuvalar. Ama onların siyasi hakları yok, çünkü her şeyi kral ve aristokratlar tayin ediyor. Haliyle ilk itirazlar başlıyor. “Niye buradayız? Biz doğada niye varız? Evren niye oluştu? Varlık nedir, düşüncenin kaynağı nedir” sorusuyla başlayan arayış ve felsefi tartışma din eleştirisine ve oradan da siyasi eleştiriye ve iktidarın sorgulanmasına kadar uzanıyor. Avrupalı aydınlar, Rönesans döneminden beri okuyup hatmettikleri Yunan felsefi ve siyasi metinleri üzerinden yönetim, devlet, demokrasi, siyaset, özgürlük, ekonomi, iktidarın kaynağının ne olduğu vb. tartışmayı yeniden canlandırıyor (Rönesans).

Önce İngiltere’de sonra Amerika ve Fransa’da bunlar köklü kopuşlara neden oluyor. Burjuvalar, emekçiler, “madem biz üretiyoruz o zaman biz yönetelim ve biz neyin nasıl olacağına karar verelim” diyorlar. Neticede devrimler oluyor ve düşünce daha da özgürleşiyor. Ardından Kant’ın “Sapere aude!”, yani düşünmeye cesaret et şiarı geliyor. Kendi aklını kullanmak, aklın süzgecinden geçmeyen hiçbir şeyi kabul etmemek ilke olarak benimsenince, ne kiliseye ne Tanrıya ne de monarşilere yer kalıyor. Bu nedenle de Fransız Devrimi’nin şiarları “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik”tir.

- Rus Aydınlanmasının Bolşevik Devrimi’ne giden yolda Avrupa’daki aydınlanma felsefesinden ve düşünürlerden etkilendiğini ve geliştiğini biliyoruz. Avrupa’ya birçok Rus aydının sürgün edilmesiyle birlikte kurulan etkileşimlerin Rusya üzerindeki etkileri nelerdir? Bunu kısaca anlatabilir misiniz?

Ruslar ilginç bir millettir. 18. ve 19. yüzyılda büyük bir Aydınlanma ve uyanış var. Bunun en önemli nedeni bizim Deli Petro dediğimiz Büyük Petro ve II. Katerina’dır. Her ikisi de ülkelerini modernleştirmek için Avrupa’dan bilim ve fikir adamı “ithal” ediyor. Biraz bizim Osmanlı’nın 19. yüzyıl ortalarında yaptığına benziyor ama biz bu konuda çok güdük kalmışız. Büyük Petro ülkesini modernleştirmek için Avrupa ülkelerini gizlice dolaşıyor. Öğreniyor ve neyi nasıl yapması gerektiğini planlıyor. Ona ünlük Alman filozofu ve bilim adamı Leibniz de yardımcı oluyor. Birkaç kez görüşüyorlar.

“TONLARCA ALTIN TEKLİF EDİYOR”

Sonra II. Katerina Aydınlanmacıların en iyilerini ülkesine bilim akademileri, kütüphaneler, sanat ve kültür müzeleri kurmak için davet ediyor. Tonlarca altın teklif ediyor onlara. Bunların başında Voltaire, Diderot ve d’Alembert gelir. II. Katerina onların yaratıcılıklarından, birikimlerinden ve ilişkilerinden yararlanıyor. Büyük kütüphaneler, üniversiteler, üretim tesisleri bu dönemde kuruluyor. Rusya bu dönemde coğrafi açıdan da gelişme kaydediyor. Her yere saldırıyor ve toprak kazanıyor. Bütün bunlar olurken köylülerin konumunda tabii ki herhangi bir değişiklik olmuyor aksine kölelik koşullarına karşı ayaklanan köylüler katlediliyor.

Bir doğa yasasıdır bu: Aydınlanmanın etkisiyle modernleşen ülkenin aydınları da aydınlanmacı olur. Nitekim Rusya’nın aydınlanmacıları çıkıyor. Bunların başında Puşkin, Belinski, Çernişevski ve Herzen gelir. Almanların yanı sıra Fransız felsefesinin etkisi de Rusya’da çok güçlüdür. Birçok aydın siyasi baskılar nedeniyle mülteci duruma düşer. Bu nedenle dünyanın her yerinde büyük Rus göçmen kitlesi birikir. Bu aynı zamanda düşünsel açıdan yenilik ve gelişme demektir.

Avrupa’da Fransız Aydınlanması etkinken, Rus aydınlarının da Aydınlanmacı olduğunu görüyoruz; sonra Kant ve Hegel revaçtayken önemli Rus düşünürlerin Hegelci ve sonra Feuerbachçı olduklarını görüyoruz. Marksizm yükselirken de Rus aydınları arasında Marksizm yükselmektedir. 20’inci yüzyılın başına geldiğimizde de Rusya’da dünyada etkin olan bütün felsefi ve siyasi akımları görmek mümkündür. Ancak Rus aydınları da bütün dünyaya halkçılık akımını taşımışlardır. Halkçılık kuşkusuz her halkın düşünsel geleneğinde vardır, fakat Ruslar bu konuda çok belirgin bir etki bırakmışlardır. 4’üncü ciltte bunların iki değerli temsilcisine, Belinski ve Herzen’e kapsamlı yer verdik.

-Antik Yunan kültürü, edebiyatı ve felsefesinde Anadolu coğrafyasındaki gelişim de ortadadır. Birçok düşünür veya edebiyatçının Anadolu topraklarında yaşadığını biliyoruz. Bu konu üzerinde yıllarca çalışmalar, çeviriler, incelemeler yapan Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat gibi “Mavi Yolculuk” akımı temsilcileri bu metinleri Yunan-Türk diye bir millete değil, bütün bir coğrafyaya mal edilmesi gerektiğini ve bunun tarihin her döneminde bir ortak payda olduğunu söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kültürel ortak miras kavramını nasıl tanımlarsınız?

Bence Halikarnas Balıkçısı’nın, S. Eyüboğlu ve Arza Erhat’ın tavrı doğru. Anadolu hem coğrafya ve üretim hem de öyle kültürel açıdan o kadar verimli bir toprak ki binlerce yıldır yüzlerce kavme ev sahipliği yapmış. Bu toprakların neresini eşerseniz eşin altından tarihsel arkeolojik kalıntılar çıkar. Henüz milletlerin olmadığı, dillerin bile doğru dürüst kimlik kazanmadığı bir tarihte, örneğin 10 bin sene önce ki Troya onun yanında dünkü çocuk kalır, Göbeklitepe’de muazzam bir kültürel yapı, tapınak inşa ediliyor. Bu birkaç sene önce ortaya çıkarıldı. Bundan önce de Çatalhöyük gibi köy yerleşim yerleri ortaya çıkarılmıştı. Şimdi bu kültürler kime ait? Bunlar benimsenmeden, bu konuda ulus-üstü bir bakış açısı edinmeden bunları nasıl sahipleneceksiniz. Ya zorlamayla bunları Türk ilan edeceksiniz ki sizden başka kimse bu görüşü ciddiye almaz ya da bunlar “gavur kalıntısı” deyip üstünü kapatacaksınız ki bu da barbarlık olur. Atatürk bunun üzerine çok düşünmüş ve bütün bu mirası kucaklama tavrı geliştirmişti. Onun için Sümerbank, Etibank gibi kurumlar inşa ettirmişti.

“BUNDAN SEVİNÇ DUYMALIYIZ”

Dolayısıyla Ege bölgesindeki tarihsel miras, ne Yunan ne de Türk kültürüdür ancak Anadolulu bir kültürdür. Kim yaşıyor burada? Biz! Kim yaşıyor Milet’te, Milas’ta, Bodrum’da, Efesus’ta? Biz. Kayseri’de veya Ankara’da, Urfa’da ya da Antakya’da? Yine biz. Bakın bu saydığım kentlerin hepsinin geçmişi dört bin yıl öncesine kadar gider. Bunları kucaklamadan ve bunların kültürel mirasını benimsemeden bu toprakların sahibi olmanız mümkün değil. Bu nedenle Heraklit, Tales, Demokrit, Hippodamos, Homer aynı zamanda bizim mirasımızdır. Yunanlı arkadaş “bunlar bizim mirasımızdır” derse desin. Bundan sevinç duymalıyız. Ama bizim bu büyük adamların kültürel mirasını, felsefesini, bilimini, düşüncelerini kanımızda dolaşan kültürel mirası olarak kabul etmemiz lazım.

Tabii bunun gereklerini yerine getirmek koşuluyla. Keşke bu bölge belediyelerinin, eski felsefe akademilerini, tartışma forumlarını, derslerini, konferanslar, tiyatro gösterileri, okuma günleri şeklinde sürekli canlı tutsalar. Birkaç insanın kendi başına yürüttüğü çabalar var kuşkusuz fakat bunlar devede kulak sayılır. Bunlar devlet politikası ve belediyecilik anlayışıyla canlandırılabilir veya halkta böyle bir bilinç oluşturularak benimsetilebilir.

-Günümüzde ülkemizde ve dünyada yaşayan “dünyayı değiştiren düşünür” olarak tanımlayabileceğimiz kimse var mıdır? Felsefe tarihi sona mı ermiştir?

“Günümüzde ‘dünyayı değiştiren düşünür’ var mı” sorusu güzel bir soru. Doğrusu şu anda bununla ilgili herhangi bir saptamada bulunmak zor. Şundan zor: Dünyayı değiştiren düşünürlerin, dünyayı değiştirdiklerini önce görmemiz lazım. Bunun için henüz erken. 20’inci yüzyılın felsefe tarihi yazılabilir ki bu yapılmaktadır, fakat bunların hangisinin dünyayı değiştirdiğini söylemek için henüz erken. Bu bilim alanı için de söz konusu. Ancak illa birkaç isim verelim derseniz, hemen aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim: Einstein ve Marie Curie… Büyük devlet adamları var: Gandi, Lenin, Atatürk, Mao gibi. Bu dört adam dünya nüfusunun yüzde 80’inini bir yerden alıp bir yere taşımışlardır.

“FELSEFE HİÇBİR ZAMAN SONA ERMEZ”

Felsefenin sona erip ermediği sorusuna gelince… Felsefe hiçbir zaman sona ermez. “Felsefe artık yolun sonuna geldi” diyen kendi sonunu ilan etmiş olur, çünkü felsefenin bitmesi demek düşüncenin bitmesi, sorunların bitmesi, insanın kafa yoracağı meselelerin bitmesi veya insan beyninin bitmesi demektir. Felsefe, insanlığın çözülebilecek veya çözülemeyecek temel sorunlarına yanıt arar. İnsanlığın geldiği aşama, henüz bir bebeğin emekleme evresine denk gelir. Felsefenin bitip bitmediği sorusunun gündeme gelmesi de aslında bir soruna işarettir. O da felsefenin tıkanıklık yaşadığına işarettir. Tarihte bazen tıkanıklıklar baş gösterebilir, kitaplarda buna örnek dönemlerden bahsettim ancak felsefenin o uzun yürüyüşü kesintiye uğrayamaz.

Felsefe ve düşüncenin serüveni bir ırmak gibidir bazen sulak ve karlı bir yerden geçer ve gürül gürül akar, bazen de kuraklık baş gösterir, suyu çekilir, fakat yerin altında akmaya devam eder. Normal bir göz onu göremez. Tam bittiğini sandığınız anda o bir yerden gürül gürül fışkırır ve bütün insanlığı aydınlatıcı suyuyla besler.

-Son olarak, güncel yazılarınızda sosyal medya ve teknolojinin yanlış kullanımının olumsuz etkilerinden bahsediyorsunuz. Bunun fikir üretimine felsefeye etkileri nasıl?

İnsanlık çok önemli bir dönüm noktasında bulunuyor. Sanayi Devrimi’nin bir çocuk gibi kalacağı bilimsel buluşlar dönemine girdi insanlık. Genetik, iletişim teknolojisi, yapay zekâ… Klasik metallere ihtiyacın olmayacağı bir çağa giriyoruz. Neredeyse her şey karbon bazlı olacak. Bunlar önümüzdeki dönemin en önemli alanlarıdır fakat büyük riskler de beklemektedir insanlığı. Bir asır sonra geriye bakıldığında bugünkü hayatımız o insanlara, bizim bugün Ortaçağ olarak nitelendirdiğimiz dönem gibi gelecek. Bu hızlı gelişmenin yararı var ancak büyük bir zararının olacağını da düşünüyorum.

“İNSANLAR ÇILDIRMIŞ VAZİYETTE”

Şu anda birçok insanın, bilim insanının, siyasetçinin ayağının yerden kesildiğini görüyorum. Teknolojiye övgü muazzam, insanlığın temel sorunlarını çözüleceği bir yüzyıla girdiğimiz müjdeleniyor. Bunlar boş hevesler ve kuruntulardır. İnsanlar çıldırmış vaziyette, sürekli yeni aletlerle haşır neşir olmak istiyor ve neredeyse bununla orgazm oluyor. İnsanlığın içinde bulunduğu durumu, 1920’li yıllardaki insanın ruh haline benzetiyorum. Çılgınca eğlenmek ve sadece ânı yaşamak istiyor. Bu ruh hali büyük bir felaketin habercisidir. Teknoloji kendi insanını kendi kültürünü yaratıyor. Bir teknolojiyi bir başka kültür için kullanamazsınız. Akıllı telefonları sadece mantıklı ve yararlı haberleşmek için kullanamazsınız, o size sosyal medyada ölümüne aktif olmanızı dayatıyor.

Birkaç insan buna direnebilir ancak milyonlar zombi gibi kimseyi dinlemeden onun peşinden koşuşturuyor... Bu konuda ne yazık ki karamsarım. İnsanlığın her zaman bir çıkış yolu bulacağına inanmakla birlikte, içinde bulunduğumuz bu üretim hızının, sahip olma hızının ve tüketim hızının bütün insani ve kültürel değerlerimizi kökten değiştireceğini düşünüyorum. Bir başka insan tipi geliyor. Her şey yapaylaşma yolunda ilerliyor. Bu zenginle yoksulun, elitlerle yığınların arasındaki açıyı daha fazla açacak. Bir avuç zengin mutsuz ama gerçek bir hayat yaşıyorken yığınlar mutsuz ama sanal alemdeymiş gibi tadı tuzu olmayan bir hayat yaşayacak. Anne, baba, kız, evlat ve sevgili ilişkisi yapaylaşacak ve belki ortadan kalkacak. Dolayısıyla insan ilişkisi, sevgi, aşk da sadece sözlüklerde olacak ve her şey, o anki ihtiyaca yanıt verip vermediğiyle ölçülecek. Normlar ve etik değerler çok değişecek.

Sosyal medya ise tam bir baş belasıdır ve ne yazık ki bundan kaçış da yoktur çünkü başka bir hayatımız yok artık. Onsuz bir yanımız eksik gibi, çünkü hayatımızın büyük bir kısmı artık orada depolu ve orada aktif.

Kaynak: https://odatv.com/felsefenin-bitmesi-demek-insan-beyninin-bitmesi-demektir--29011951.html





▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Ben ekmeğimi resimden kazanıyorum"


Söyleşi: Emrah Kolukısa -Yayınlanma tarihi: 30 Ocak 2019 Çarşamba, 02:11


bb


Usta ressam Bedri Baykam ile son sergisi vesilesiyle bir araya geldik. Resim dışında bir işi olmadığını vurgulayan sanatçı 'ömrümde siyasetten bir kuruş kazanmadım' diyor.



*Son 10 yıldaki üretimlerinizin yer aldığı "Göreceli Zamanlar" başlıklı sergideki işleriniz arasında 4D tuval eserler dikkat çekiyor. 4D'yi nasıl tanımlamalı?

4D’leri 2007’den beri yapıyorum. Lentiküler yüzeyde gerçekleştirdiğim bu yapıtların kökeni çok farklı dönemlerimden geliyor. 1981’den beri yaptığım kolajlar, 80’lerin ortasındaki Şerit Resimler serim, 90’lardaki boyasal saydam katmanlar, 2000-2002arası gerçekleştirdiğim Dişi Entrikalar serisi ve onlara bağlı üst üste binen saydam fotoğraflar, yine 2000’lerden Lolitart serisindeki malzeme katmanları... Yani demek istediğim 4D’ler bir anda çıkmadı. Yıllardır gelen bir birikim, derinlemesine bir patlama gerçekleştirdi. İlk 4D yapıtım, Fenerbahçe’nin 100. yılı ile ilgili olandı. Sergide o da yer alacak. Bu yapıtlar dünyanın dört bir yanındaki müze ve galerilerde büyük ilgi gördü. Neden 4D? Üç boyut+zaman faktörü. Farklı zamanlardan kalan görüntüleri, imgeleri bir araya getirerek zaman tünelinde de bir inşaat ve yolculuk yapmış oluyoruz. Sihirli ve rüyavari bir sonuç oluyor. Dünyada bu malzemeyi biraz çekingen olarak deneyenler oldu, ama benim gibi 20-30 kat derinlikli dev boyutlara çıkabilen işler yapan başka kimse yok. Her yerde soruyorlar “bunu nasıl yapıyorsunİ?” diye “Türk sihiri, uçan halılar gibi!” diyorum. Kariyerimin tamamı üzerinden beş farklı iş seçecek olsam biri kesin 4D olur. Sonuçta ben kendisini tekrarlamayı seven bir sanatçı değilim, zaman içinde yaptığım her gezintiden ürettiğim her eser ondan sonra üreteceklerim için bir yol açmış oluyor. Bir labirentte gezip yeni kapılar aralıyorum, yeni dehlizler buluyorum. Takip eden süreçteki BoşÇerçeve serisi veya çift taraflı pleksilerle risk, yenilik ve araştırma dünyası sürüyor benim yolculuğumda. Yoksa tek resim ve benzerlerini yapmak pratik, kolay ama benim açımdan sıkıcı...

* Sergide "Tarihin Röntgencisi" serginizden de işler var. Tarihin anlatıcısı ya da tanığı değil de neden röntgenci?

Tarihin Röntgencisi başlığı, İstanbul, Paris, Ankara’da sergilenen 2011-2012’de başladığım seri... Eski ünlü ustaların işlerine ve bunların detaylarına bir röntgenci gibi kaçamak ama çok dikkatli bakan bir göz olarak büyük katkısı var. Bu yüzden Tarihin Röntgencisi... Picasso, Braque, Duchamp, Nicolas Poussin ve birçok başka sanatçı dışında, arkeoloji tarihine, kendi yapıtlarımın tarihine ve imgelerin bize yüklediği tarihçelere de referans yapan resimler bunlar. Ayrıca kullanılan teknikler de sanki 4D’lerden bile etkilenmiş zengin tual yüzeyleri. Sonuçta burada anlatılan bir masal, bir yaşanmışlıklar dökümü değil. Bir yaratıcı olarak sanatçının çok farklı alan ve katmanları, kendi belleği ve algısı üzerinden harmanlayarak yeniden hazmetmesi ve sunması. Hem birçok düşünce katmanı içeren hem de spontan tekniklerden kaçınmayan işler.

* "Göreceli Zamanlar" ismini seçmenizdeki sebep neydi peki? Tarihin farklı algılanışlarına bir atıf mı?

Siz bu soruyu sorunca aklıma “Çapraz Dalga Zamana Karşı” isimli kitabım geldi. Sergi için birkaç farklı isim üzerinde durdum. Göreceli Zamanlar belki farklı dönemlerimin birbiriyle olan etkileşimi ve zaman-mekana göre farklı göreceli algılanış olasılıklarını en iyi betimleyen başlık olarak öne çıktı. Çağdaş sanatta zaten o görecelilik normal sanat yapıtlarında bulunan izleyicilerin farklı algılarının çok ötesine gidiyor. Her dönemim de ayrıca birbirinden etkilendiği için, onların da ayrıca zaman içinde algılarında farklılıklar oluşuyor. Yani her yapıt, farklı dönemlerde, kendisinden önce ve sonra yapılanların yanında farklı algılanıyor. Dönemlerin çehresi, varoluş nedenleri, etkileri değişebiliyor.

* Sergide ilk kez görücüye çıkacak eserler de var mı?

Evet bu sergide ilk defa görücüye çıkacak 4 yeni eser var. Bazen bana çok ilginç ve hatta komik gelen sorularla karşılaşıyorum: “Aaa, hala resim yapıyor musunuz?” diyenler, burada güzel sürprizlerle karşılaşacaklar. Alex futbolu bırakabilir, ama ben iki yaşında başladığım resmi son nefesime kadar bırakamam. Bu da tüm zorluklarına rağmen bizim mesleğimizin güzelliği. Benim zaten resim dışında gelirim yok! Bunu bir graffitim çok iyi betimliyor: “I paint for a living”, yani tam tercümesiyle “ben ekmeğimi resimden kazanıyorum.” İnsanlar beni farklı demokratik platformlarda gördüklerinde bunu unutuyorlar. Halbuki ben ömrümde siyasetten bir kuruş kazanmadım. Tek yaptığım demokrasiyi, barışı, insan ve hayvan haklarını, ifade özgürlüğünü savunmak istiyorum, her ne pahasına olursa olsun. Evet, özellikle bu son 3-4 yıllık süreçte, International Association of Art /IAA Dünya Başkanı olmam, gerektirdiği seyahatlerle, yazışmalarla, toplantılarla ciddi oranda zamanımı yiyor. Açık konuşalım, ben aynı zamanda 28 kitabı olan ve 12 kitap üzerine çalışan bir yazarım. Bu da şaşırtıyor insanları ama ben uykumdan, tatilimden veya özel hayatından çalarak zaman paylaşımlarını dengeliyorum. Üstelik de ciddi bir sorumluluk ve manevi tatmin de söz konusu. Ama ne bu görev, ne yazarlığım, ne siyasi sorumluluklarımı, bana ana mesleğimi ve ona karşı duyduğum ömür üstünden sorumlulukları unutturmuyor. Bu nedenle atölyemde hep yürüyen yeni işler var, yerlerde ve duvarlarda... Orası benim ıslak ve kaotik karargahım!

* Hasan Bülent Kahraman sizinle ilgili olarak yazdığı yazıda 'Kültürler arası etkileşim' vurgusu yapmış. Bu etkileşimin sizin üzerinizdeki etkisini ya da yansımasını nasıl yorumlarsınız?

Sağ olsunlar Hasan Bülent Kahraman, Emin Çetin Girgin ve Levent Çalıkoğlu’nun benim kariyerimde Türk sanat yazarları ve tarihçileri olarak ayrı yerleri var. Gerçekten her meslektaşıma, kariyerlerini bu kadar kapsamlı ve çok katmanlı algılayacak ve sanat dünyasını bırakacak sanat tarihçilerle karşılaşmalarını dilerim. “Eleştirmenlerin Kaleminden Bedri Baykam” kitabında onların ve çok değerli başka Türk ve yabancı yazarların hakkımda kimi değerlendirme ve eleştiri yazıları artık kalıcı olarak kayda geçti. Herhalde Kahraman’ın söz ettiğiniz vurgusu benim açımdan oldukça önemli. 80’li yılların başında Yeni Dışavurumculuğun Türkiye’de ve tüm batı metropollerinde aynı anda eşzamanlı olarak yaşanmasını sağlamıştım. Sürekli olarak Türkiye-Fransa-Amerika-Almanya arasında gidip gelen sergilerim yayınlarım ve katkıda bulunduğun dolaşım ağları ile, tahmin ediyorum Türk çağdaş sanatının oluşum ve gelişim yıllarında Türkiye’nin sanat haritasını kaydedilmesine katkıda bulunan sanatçılardan biriyim. Bu da yıllardır hep üzerimde ağır ama keyifli bir sorumluluk oldu. Ayrıca ülkemizde yetişen genç sanatçılara da, akademik kariyer yapmadan da yalnızca sanatlarını üreterek uluslararası ortamda var olabileceklerini de gösterdim. Hasan Bülent Kahraman’ın şu alıntısı bu söylediğiniz noktayı vurgulayan cümlelerden: “Yaklaşık otuz yıl boyunca üretilmiş bu sanat, farklı dönemlerin dalgalanmalarından, öne çıkardığı farklı sanatsal ifadelerden ve elbette anlayışlardan etkilendiği kadar, onları da derinden etkilemiştir. Bu sanatın nirengi noktaları çok geniş bir kültür havzasında oluşmuş ve çok farklı yönsemeleri bünyesinde toplamıştır.”

"Göreceli Zamanlar" sergisi 31 Ocak - 3 Mart tarihleri arasında CKM'de görülebilir.


Kaynak: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/1223265/_Ben_ekmegimi_resimden_kazaniyorum_.html


[Edited at 2019-01-30 16:05 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ incelenen bazı seks oyuncaklarında sağlığa zararlı maddeler bulunmuş... konu budur -> Jan 30, 2019

--Alıntı--



"Stiftung Warentest warnt vor Weichmachern - Sexspielzeug mit Schadstoffen belastet"



koe/dpa/AFP, Mittwoch, 30.01.2019 www.spiegel.de 11:20 Uhr


Sie können die Fruchtbarkeit beeinträchtigen und gelten als krebserregend: Stiftung Warentest hat in Sexspielzeug bedenkliche Stoffe nachgewiesen. Betroffen ist nicht nur Billigware.


*-*2777


Sexspielzeug ist laut Stiftung Warentest häufig mit Schadstoffen belastet. Vier der zwölf geprüften Vibratoren haben demnach eine "mangelhafte" Schadstoffbilanz. Gleiches gilt für eine der drei getesteten Liebeskugeln, die beispielsweise in die Scheide eingeführt werden und den Beckenboden trainieren. In den 18 getesteten Produkten oder dem mitgelieferten Zubehör fanden sich zum Beispiel polyzyklische aromatische Kohlenwasserstoffe (PAK), die als krebserregend gelten, und der Weichmacher DEHP, der die Fruchtbarkeit beeinträchtigen kann.

Die Werte seien besonders kritisch, weil Sexspielzeug oft Kontakt mit Schleimhäuten hat. "Diese Gewebe sind meist gut durchblutet und können empfindlich sein", erklärte Projektleiterin Sara Wagner-Leifhelm. "Schadstoffe haben deshalb in Sextoys nichts zu suchen." Bislang gebe es allerdings keine Grenzwerte speziell für Sexspielzeug, dabei hatten die Grünen diese bereits im Jahr 2011 ins Gespräch gebracht.

Für ihre Untersuchung haben sich die Warentester nach eigenen Angaben an allgemeingültigen Grenzwerten oder Vorgaben für andere Produktgruppen orientiert, für Kinderspielzeug etwa. Das Ergebnis: Oft wurden diese deutlich überschritten, bei manchen Produkten sogar um das Hundertfache.

Am schlechtesten bewerteten die Tester den Paarvibrator We-Vibe für 89,50 Euro. Der Ladekontakt gebe so viel Nickel ab, dass der Vibrator eigentlich nicht verkauft werden dürfte. Nickel kann Allergien auslösen und steht im Verdacht, Krebs zu begünstigen.

Stiftung Warentest warnt außerdem vor dem Pipedream-Umschnallvibrator für 15,30 Euro. Die mitgelieferte Maske überstieg den gesetzlichen DEHP-Grenzwert für einige Produktgruppen um das Hundertfache. Außerdem enthielt die Maske deutlich mehr Chlorparaffine, als die EU empfiehlt. Diese gelten als krebserregend und gefährden Wasserorganismen, wenn sie sich in der Umwelt anreichern.

15-Euro-Vibrator mit "sehr gut" bewertet

Die Schadstoffbelastung ist dabei keine Frage des Preises: Giftige Substanzen fanden die Tester sowohl in teuren Vibratoren für knapp 90 Euro als auch in Billigprodukten. Als "sehr gut" bei der Schadstoffbelastung bewerteten die Tester beispielsweise den 15-Euro-Vibrator Space Rider von OV-Großhandel beziehungsweise You2Toys.

Für Verbraucher ist die Schadstoffbelastung kaum zu erkennen. Auch ein unangenehmer Kunststoffgeruch beim ersten Auspacken sei kein zuverlässiger Indikator: Der kam im Test zwar bei mehreren Produkten vor - einige davon erwiesen sich aber ansonsten als völlig unbedenklich.

Grundsätzlich raten die Warentester, Vibratoren und andere Sexspielzeuge vor und nach jedem Gebrauch gründlich zu reinigen. So können sich darauf keine Keime verbreiten.

Kaynak: http://www.spiegel.de/gesundheit/sex/sexspielzeug-stiftung-warentest-findet-schadstoffe-in-vibratoren-a-1250675.html




▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄

--Alıntı--



"Gehacktes Erotikspielzeug - So unsicher sind smarte Sextoys"



Von Markus Böhm - Sonntag, www.spiegel.de 30.12.2018 11:13 Uhr

Auch die Erotikbranche setzt zunehmend auf Vernetzung. Doch wer vermeintlich smartes Sexspielzeug kauft, sollte vorsichtig sein: Was ein Hacker über einen beliebten Vibrator herausfand, ist ein Lustkiller.

*-*1


"Dank seiner ergonomischen Formgebung und seiner flachen, glatten Verarbeitung gleitet er mit edler Magnet-Klemme nahezu unsichtbar in jedes Höschen, bleibt fest an Ort und Stelle und leistet dort diskret ganze Arbeit." So lautet eine Produktbeschreibung des laut Eigenwerbung "flachsten Auflegevibrators der Welt".

Zu einem Preis ab 27 Euro lässt sich der "Panty Buster" der Marke Vibratissimo bestellen, zur Zielgruppe gehören Menschen in Fernbeziehungen. "Vibratissimo bietet Ihnen die verschiedensten Features mit der einzigartigen App-Funktion", heißt es nämlich weiter. "Jetzt ist der Spaß nicht nur auf einen Ort begrenzt. Mit Partner, Freunden oder allein, die Steuerung des Toys ist weltweit per Smartphone möglich!"

Für manche klingt das vielleicht nach dem Sex der Zukunft. Für andere klingt es schlicht nach 2018, einem Jahr, in dem Firmen so ziemlich alles mit dem Internet verbinden, von der Haustür bis zum Leckerli-Automaten. Blöd nur, wenn dann die IT-Sicherheit ihrer Entwicklungen nicht zur Moderne passt.

Schwachstellen und Features

//Auflegevibrator von Vibratissimo neben einem Smartphone///02


"Bei vernetzten Geräten fürs 'Internet der Dinge' machen sehr viele Hersteller extreme Anfängerfehler", sagt Werner Schober, "auch bei den Sextoys. Fehler, wie sie vielleicht vor 15 Jahren üblich waren." Schober, 24, berät für SEC Consult andere Unternehmen in Sachen IT-Sicherheit, auf dem Hackerkongress 35C3 in Leipzig hielt er Samstagabend einen Vortrag über unsicheres Sexspielzeug (eine Videoaufnahme davon finden Sie hier). Mit dem SPIEGEL sprach er vorab.

Wie schlecht abgesichert Intimspielzeug mitunter ist, zeigte Schober im Februar. Damals machte er bekannt, dass der "Panty Buster"-Vibrator und die zugehörige App, mit der auch weitere Vibratissimo-Geräte zusammenarbeiten, mehrere ernsthafte Sicherheitsprobleme hatten. Unter anderem konnte Schober auf die Datenbank aller angemeldeten App-Nutzer zugreifen, in der sich etwa Bilder, Angaben zur sexuellen Orientierung und Nutzer-Passwörter befanden - unverschlüsselt.

In seinem Blogpost hob Schober auch hervor, dass sich der "Panty Buster" per Bluetooth aus der Nähe übernehmen ließ - prinzipiell von jedem, egal, ob der Besitzer des Gadgets dies will oder nicht. Dank eines zu simplen Freigabe-Systems war es Schober sogar übers Internet möglich, fremde Vibratoren irgendwo auf der Welt zu kontrollieren.


Die Kundendatenbank ist dank einer Warnung Schobers mittlerweile besser geschützt. Das Fernsteuern des Vibrators durch Dritte dagegen ist nach wie vor leicht möglich, auch bei neueren Geräten, wenn diese mit den Standard-Einstellungen genutzt werden. Das sei so gedacht, etwa für Swinger-Klub-Partys, erfuhr Schober vom Hersteller.

Wirklich überzeuge ihn diese Begründung nicht, sagt Schober. Er finde, hier werde zu viel an eine eher kleine Käufergruppe gedacht. "Die überwiegende Zahl der Benutzer weiß vermutlich nicht, dass dieses Feature üblicherweise aktiviert ist."

Kein Einzelfall

//Fernsteuerung des Vibratissimo-Geräts///3


Den "Panty Buster" hat Schober für seine Masterarbeit untersucht, in der es auch um zwei weitere Sexspielzeuge namens Magic Motion Flamingo und Realov Lydia geht. Bei ihnen fielen ihm jeweils Datentransfers zu Servern in China auf. "Das würde ich als Privatsphäre-Risiko einstufen", sagt Schober, dem der Zweck dieser Übertragungen noch immer unklar ist.

Werner Schober ist nicht der erste IT-Experte, der Sexspielzeug hackt und dabei zu abtörnenden Ergebnissen kommt:

- 2017 etwa musste die Firma We-Vibe eine Strafe in Millionenhöhe zahlen, weil die App für ihre Vibratoren heimlich Nutzungsdaten aufzeichnete.

- Im selben Jahr machten britische Sicherheitsprofis bekannt, wie leicht es ist, sich in die eingebaute Kamera eines Svakom-Vibrators zu hacken.

- Jene britischen IT-Experten fanden auch einen Weg, zu erkennen, wo ein bestimmtes Anal-Sextoy von Lovense zum Einsatz kommt.

- Und Lovense stand 2017 ein weiteres Mal in der Kritik, weil eine Android-App der Firma Audioaufnahmen eines Sex-Akts auf dem Smartphone speicherte.

//Werbeseite zum Magic Motion Flamingo///4


Dazu, wie viele Menschen Sextoys mit Internetverbindung nutzen, gibt es keine konkreten Zahlen. Werner Schober schätzt mit Blick auf die Download-Zahlen entsprechender Apps, dass es einige Millionen weltweit sind. "Zu manchen Geräten gehört ein eigenes soziales Netzwerk", sagt Schober, "darüber sind zum Beispiel Videochats und der Austausch von Bildern möglich."

"Ich vermute, dass der Wettbewerb recht groß ist", sagt Schober, "dass es vor allem darum geht, mehr und mehr Features anzubieten." Die IT-Sicherheit werde nicht bewusst ignoriert, man setze aber andere Schwerpunkte. Wenn man die Hersteller auf Mängel hinweise, würden diese auch angegangen. "Die Firmen haben prinzipiell die Möglichkeiten, Sicherheitsfehler zu beheben."


Netzprojekte sollen helfen

Gefragt, ob die Situation in zwei, drei Jahren besser sein wird, verweist Schober auf zwei Websites aus der Hackerszene: "Internet of Dongs" und "Buttplug.io". Beide Projekte wollen dazu beitragen, dass smarte Sextoys sicherer werden. So ermöglicht es Buttplug.io zum Beispiel, Geräte von Lovense, Vibratissimo und Magic Motion über Open-Source-Software zu betreiben statt mit den Hersteller-Programmen.

Bislang dürften allerdings nur wenige Käufer solche Optionen kennen oder wahrnehmen. "Bei den meisten liegt so ein Gerät wohl im Schlafzimmer, wird benutzt - und das war's", glaubt Werner Schober. "Manch einer wird nicht einmal wissen, dass er sein Sextoy per USB an den PC anschließen und dann ein Firmware-Update durchführen kann - obwohl das praktisch recht einfach ist."

Grundsätzlich hält Schober Produkttests, "und zwar kontinuierliche", etwa von Verbraucherschutzorganisationen, für den besten Weg, Sextoy-Hersteller dazu zu bringen, ihre Geräte sicherer zu machen: "Nur eine Zertifizierung ist zu wenig", findet er. "Das ist eine einmalige Sache, das könnte ein falsches Sicherheitsgefühl geben."

Zudem verweist der 24-Jährige auf den technologischen Fortschritt, der vielleicht schon bald dazu führen könnte, dass Interessierte ohnehin nicht mehr bestimmten Firmen vertrauen müssen. "Künftig könnte es Anleitungen geben, wie man sich per 3D-Drucker Sexspielzeug selbst baut", sagt Schober. "Das Ganze muss man dann vielleicht nur noch mit einem Motor ausstatten. Und Raspberry-Pi-Computer werden immer kleiner, so etwas könnte auch integriert werden."

Kaynak: http://www.spiegel.de/netzwelt/gadgets/35c3-so-unsicher-sind-smarte-sex-toys-vortrag-von-werner-schober-a-1244772.html




▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Tarih Boyunca En İlginç 7 Seks Oyuncağı"


Yazar: Arkeofili Tarih: 18 Ocak 2015

Falluslar –yapay erkeklik organları- aslında hiç de yeni bir keşif değil. Hatta en erken örneği günümüzden yaklaşık 30.000 yıl öncesine tarihleniyor. Arkeologlar aşağıda 1. sırada gördüğünüz Almanya’da bulunan örnek ve benzerlerine “buzul çağı batonları” adını verdi. Arkeolog Timothy Taylor konu hakkında şöyle konuşuyor: “Buzul çağı batonlarının boyutlarına, şekillerine ve bazen de aşikar sembolizme bakarak, en açık ve en basit açıklamadan kaçınmak iki yüzlüce geliyor. Ama bu açıklamadan uzun bir süre boyunca kaçınıldı”

Araştırmacılara göre, ilk seks oyuncakları; taş, tahta ve katran gibi kolay şekil verilebilir maddelerden yapılmış.

İşte tarih boyunca seks oyuncakları:


7- 15. Yüzyıl
*-*ss1

15. yüzyılda Çinli kadınlar, tahtadan ve dökülmüş bronzdan seks oyuncakları kullanmış. Çinli erkekler birden fazla kadınla evlenebiliyormuş. Erkekler tüm kadınlarla ilgilenemediği için, erkeklik organı benzeri seks oyuncaklarının, kadınları aldatmaktan ve lezbiyenlikten uzak tutacağını düşünmüşler.


6- 5. Yüzyıl
*-*sss2


MÖ 5. yüzyıldan önce Antik Yunan’da deriden yapılan seks oyuncakları dışında, “olisbokollikes” adı verilen erkeklik organı benzeri galeta/grissini/ekmek çubukları kullanılıyordu. (Olisbo = dildo, kollix = ekmek)


5- MÖ. 6.000 – MÖ. 4.000
*-*sss3


Oyulmuş geyik boynuzu fallus. İsveç’te Mezolitik zamana tarihlenen bir kazıda bulundu.
Arkeolog Martin Rundkvist bu fallusla ilgili şöyle konuştu: “Dildo dışında birçok başka amaç için de kullanılmış olabilir, ama kuşkusuz o zamanki insanlar penisle olan benzerliğin farkında olmalı.”


4- Neolitik Dönem
*-*sss4


Oyulmuş kireç taşından fallus. Dorset, İngiltere’de Maumbury Rings kazısından.


3- Yaklaşık MÖ. 12.000
*-*sss5

Piercing, dövme ve yara izleri taşıyan oyma fildişi fallus. Fransa’da, Azilian ve Magdalenian kültürleri bulunan Mas d’Azil Mağarası’nda bulundu.


2- MÖ 12.000
*-*sss6

İzler taşıyan sünnetli ya da geriye çekilmiş derisi olan portatif falluslar


1- MÖ. 29.000
*-*sss7

Güneybatı Almanya’daki Hohle Fels Mağara’sında bulunan Paleolitik taş fallus. Öğütülmüş, cilalı ve çizilmiş, ince taneli silt taşından.

Fallus ayrıca bir taş balta olarak kullanılmış.


Kaynak: http://arkeofili.com/tarih-boyunca-en-ilginc-7-seks-oyuncagi/




▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄


--Alıntı--


"Antik Dünyanın Penisleri: Antalya’daki Fallus Türünün İlk Örneği Değil"


Yazar: Perrin Margaryan Tarih: 1 Aralık 2018

Geçtiğimiz tarihlerde Antalya’daki Roma tuvaletinde erekte olmuş penisini tutan genç erkek mozaiği bulundu. Ancak bu yeni bir şey değil; erkeklik organını resmetme insanlık tarihinin çok daha eski dönemlerine uzanan bir gelenek.


//Roma dönemine ait kanatlı aslan fallusu. Zincirlerinin ucuna küçük ziller bağlanarak rüzgar çanı olarak kullanılan bu fallusun iyi şans getireceğine inanılıyordu. C: British Museum///1


18. yüzyılda, Antik Roma şehri Pompeii’deki kazıların başlamasıyla, alanın penislerle dolu olduğu ortaya çıktı. MS 79’da Vezüv Yanardağı’nın patlamasıyla etrafa saçılan küllerin altında korunagelmiş antik sanat, penis figürü açısından öylesine zengindi ki İngiliz antikacı Richard Payne Knight burada bir antik bereket kültünün var olabileceğini iddia etti. Ne de olsa, kazıların yapıldığı dönemde İtalya’nın güneyinde hali hazırda etkisini sürdürmekte olan bir bereket kültü vardı. 1786’da yayımlanan Priapos Tapınımının Kalıntılarına Bir Bakış adlı kitabının oymalı iç kapağında, o döneme ait, adak olarak yapılmış, balmumundan bir dizi fallusu görmek mümkün.


//Antalya’daki Antik Roma tuvaletinin tabanını süsleyen mozaikte, Narcissus ve erekte olmuş penisi görülüyor. C: ad Cragum///222


Söz konusu tarihten 200’ü aşkın yıl sonra, antik dünyanın priapizmi bizi hala şaşırtabiliyor. Arkeologlar Antalya’da bulunan Roma dönemine ait umumi bir tuvalette birtakım komik ve müstehcen taban mozaikleri keşfetti. Bu erkekler tuvaletini kullananlar, togalarını yukarı sıyırıp, bir sopaya tutturulmuş süngere uzandıklarında penisini tutan genç adam mozaiğini görebiliyordu.

Mozaikte resmedilen genç erkeğin Yunan mitolojisinde kendi yansımasına âşık olan ve bu yansımaya bakarken öylece yitip giden Narkissos olduğu belirlendi. Mozaikte, dikkati kendi yansımasına değil, erekte olmuş penisine yönelmişti. Bir yandan elindeki penisiyle oynarken diğer yandan fallik bir görüntüye sahip gülünç burnunu göstermek için yana bakıyordu.


//Richard Payne Knight’ın Priapus Tapınımının Kalıntılarına Bir Bakış adlı kitabının iç kapağında adak olarak yapılmış balmumu falluslar görülüyor.///3333


Bu ilginç keşif, 18. yüzyıl beyefendisi Payne Knight’ın antik erotik sanattan etkilendiği gibi bizlerin de tüm modern entelektüelliğimize rağmen bundan hala etkilendiğini gösteriyor. Hatta konu hakkında yazılan makalelerden birinde şöyle soruluyor: “Bu tarihteki ilk penis resmi mi?” Bu sorunun (kısa veya uzun) cevabı hayır. Pompeii’de karşımıza çıkan sanat eserleri arasında bağ, bahçe ve bolluk, bereket tanrısı Priapus’u bir dizi teraziyle abartılı boyutlardaki erkeklik organının ağırlığını ölçerken betimleyen bir fresk de bulunuyor. Tüm Pompeii boyunca yer alan antre ve bahçeler zil takılmış bronz falluslarla dekore edilmiş. Tintinabula adı verilen bu erotik rüzgâr çanları Roma İmparatorluğu boyunca birçok yerde karşımıza çıkıyor.

Sokak tabelalarını, kapıları, bahçeleri ve yeni öğrendiğimiz kadarıyla, umumi tuvaletleri süsleyen bu devasa penislerin tümünün Roma emperyalizminin fallokratik küstahlığının somutlaştırılmış hali olduğu çıkarımında bulunmadan önce biraz durup daha derin düşünmek gerekiyor. Roma’daki fallik sanat köklerini antik Yunan’daki örneklerinden almaktaydı. Yunan vazoları “penis figürleri”yle doluydu. Ressam Douris’in imzasını taşıyan ve MÖ yaklaşık 480’e tarihlenen, kırmızı figür tekniğiyle yapılmış bir vazoda çılgınca eğlenen satirler görülüyor. İçlerinden biri erekte olmuş penisinin üzerindeki içki kabını dengelemek için ellerini yere koyup gövdesiyle yay şeklini alıyor. Bu son derece gerçekçi betim akıllara Yunanların gerçekte böyle bir hareket yapıp yapmadığı sorusunu getiriyor.


//C: British Museum///4444


Genital organları tümüyle betimlenen yalnızca satirler değildi elbette. Atlet ve tanrı heykellerinde de bunları görmek mümkün. Bronzdan yapılmış meşhur Zeus (veya Poseidon) heykelinde güçlü vücudunun geri kalanı kadar kusursuz betimlenmiş penisi ve testisleri tüm açıklığıyla görülüyor.

Yukarıda belirtilen örneklerle karşılaştırıldığında, Mısır sanatı daha usturuplu görülebilir, ancak bu yalnızca bir yanılgıdan ibaret, zira daha sonraki dönemlerde yaşanılan Vandalizm birçok Mısır heykelinin hadım edilmesine yol açmış. Gerçekte, Mısır’ın en erken tanrılarından biri olan Min de elinde erekte olmuş devasa organını tutarken betimlenen Priapus gibi “itifallik” bir figürdü. Dünyanın en eski ayaklı heykellerinden ikisi tanrı Min’i betimlemekte. Günümüzde Oxford Ashmolean Müzesi’nde bulunan bu heykellerde normalde fallusun bulunduğu kısmın kasten zedelendiği görülebiliyor.


//MÖ 3300’e ait Mısır tanrısı Min heykeli. Penisin olduğu yer kasten zedelenmiş. C: Heritage Image Partnership/Alamy///555


Zamanda biraz daha geriye, Neolitik Çağ’a gidelim. Şu an British Museum’da muhafaza edilen 11.000 yıllık bir heykelde birbirlerine dolaşık iki sevgili betimlendiğini görüyoruz. Aynı taştan oyulmuş borumsu bedenleri ve yuvarlaklaştırılmış kafaları yanılgıya mahal vermeyecek kadar fallik bir şekle sahip. İkisi de erkek mi diye sorabilirsiniz. Cevap, evet. Günümüzde, bu ilginç heykeli müzenin düzenlediği LGBTQ turlarında görmek mümkün.


//C: British Museum///666


Bu noktada sorulması gereken asıl soru tüm bunların ne anlama geldiği. Antalya’da bulunan tuvalet mozaiği Yunan ve Romalıların kendi mitleriyle alay ettiği ve ortama homoerotik bir atmosferin hâkim olduğu şeklinde yorumlanabilir zira yine aynı umumi tuvalette, yıkanan Ganymedes’i betimleyen bir mozaik daha bulundu.

Ya da belki Payne Knight’ın penisin dini bir kült olduğu fikri görüldüğünden daha mantıklıdır. Mozaikteki Narkissos penisini, tıpkı Mısır tanrısı Min’in betimlerinde olduğu gibi sol elinde tutuyor. British Museum’daki fallik heykel gerçekte Orta Doğu’da, tarımın evrimi sırasında, yapılmıştı. Belki de tüm bu priapik nesne ve imgeler yeryüzünün ekilip bereketlenmesini vurguluyordu.

Pompeii’de bir fırının dış yüzeyinde yine böylesi bir rölyef bulundu. Günümüz fırınlarının penis ve testis şeklinde bir logo kullandığını hayal bile edemeyiz. Antik dünyanın bu figürleri neredeyse her yerde böylesine apaçık bir şekilde kullanıyor oluşu biz modern dünya insanları için anlaşılmaz bir durum. Antalya’da bulunan mozaikleri modern tuvaletlerde görülen grafitilerle karşılaştırmak cazip gelebilir ancak bu tür bir eşleştirme hepten yanlış olurdu, zira söz konusu betimlemeler özensizce yapılmış kaçak çizimler değil tuvaleti inşa ettirmiş veya işletmiş kişiler tarafından özenle yaptırılmış sanat eserleri.

Anlaşılan o ki en mahrem imgeleri dışında hiçbir şey geçmişin farklılıklarını bu denli keskin bir şekilde görmemizi sağlayamıyor. Erotik sanat, tarihin ta kendisi hatta daha da fazlası.

The Guardian. Jonathan Jones. 14 Kasım 2018.


Yazının alındığı yer: http://arkeofili.com/antik-dunyanin-penisleri-antalyadaki-fallus-turunun-ilk-ornegi-degil/


[Edited at 2019-01-30 15:41 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 30, 2019

--Alıntı--


"Göbeklitepe’yi Yapanlar Kimdi? Prof. Dr. Mehmet Özdoğan Röportajı"



Yazar: Erman Ertuğrul Tarih: 30 Ocak 2019


Göbeklitepe son yıllarda sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da ilgi odağı konumunda. Durum böyle olunca Göbeklitepe üzerine yapılan her araştırma, her olay geniş çaplı bir etki yaratıyor. Ancak bununla birlikte bu anıtsal yapı hakkında büyük bir bilgi kirliliği de yaşanıyor.

*-*1


Göbeklitepe’nin tam olarak ne olduğunu, neden önemli olduğunu, nasıl bir toplum tarafından inşa edilmiş olabileceğini ve bundan sonra araştırmaların nasıl devam edeceğini Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’a sorduk.

1963 yılında İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalında başladığı arkeoloji kariyeri boyunca, Çayönü, Yarımburgaz Mağarası, Toptepe, Hoca Çeşme, Mezraa Teleilat, Kanlıgeçit, Aşağı Pınar gibi yerleşimlerde arkeolojik kazılar gerçekleştiren ve çok sayıda yüzey araştırması yapan Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, dünya çapında tanınan arkeologlardan biri.

*-*2


1- Göbeklitepe nedir, ne değildir?

Göbeklitepe, her şeyden önce çok iyi korunmuş kalıntıları, ilginç yapı ve seçkin buluntuları ile öne çıkan bir Neolitik yerleşim yeridir, bir arkeolojik sit alanıdır; son günlerde sanal ortamda giderek artan şekilde vurgulandığı gibi Kutsal Kitaplarda tanımlanan yerlerden biri olmadığı gibi, ne açıklanamaz güçlerin, ne de uzaylıların bıraktığı kalıntılardır.

Göbeklitepe, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem olarak da tanımladığınız , Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’da Son Buzul Dönemi sonrasındaki çok olumlu iklim koşullarının hakim olmasıyla yerleşik yaşama geçen bir kültürün yerleşim yerlerinden biridir.

Bu bölgede başlayan ve yaklaşık 3.000 yıl boyunca bu bölgenin içinde gelişen kültür, bu 3.000 yıl içinde, sonuçları açısından uygarlık tarihinin en önemli dönüşümlerinden birini, avcı-toplayıcı yaşamdan besin üretimine, çiftçiliğe dayalı yeni bir yaşam biçimini geliştiriyor.

*-*3

2- Göbeklitepe neden önemli?

Göbeklitepe bu süreç içinde Batı İran’dan Amanos Dağlarına kadar olan bölgedeki sayısız yerleşim yerlerinden biri, ancak şimdiye kadar kazılmış olanların içinde en iyi korunmuş olanı. Bu ifade hiçbir şekilde Göbeklitepe’yi önemsizleştirme olarak alınmamalı. Çünkü önemli, çok önemlidir. Ancak öneminin yapay, gerçek dışı ögelere oturtulması örneğin orayı bir Vatikan ya da Mekke gibi inanç merkezi olarak tanımlamak, gerçeği yansıtmadığı için, küçük düşürücü olacaktır.

Göbeklitepe önemlidir çünkü döneminin inanç dünyasını, düşünsel zenginliğini, ve toplumsal düzeni anlamamızı sağlayan şaşırtıcı çeşitlilik ve zenginlikte bulgu ve buluntu vermiştir. Bu bağlamda ilk sormamız gereken soru, neden Göbeklitepe iyi korunmuş da diğerleri korunmamış olmalıdır.

*-*4


3- Göbeklitepe gibi anıtsal bir yapıyı inşa etmek için neden böyle bir yer seçilmiş olabilir?

Göbeklitepe kazısı yapılmış diğer Çanak Çömleksiz Neolitik yerlerden farklı olara kıraç bir sırtın üzerinde, daha sonraki dönemlerin toplulukları için hiçbir çekiciliği olmayan bir yerdedir; bölgede kazısı yapılmış olan bütün diğer yerleşimler ovada, suyun bol olduğu yerlerde kurulmuştur, her gelen oraya yerleşmiş.

Bunun en iyi örneği Urfa Yenimahalle höyüğü, Balıklı gölün, bölgenin en büyük su kaynağının kenarında, üzeri ve çevresi her döneme ait derin temelli anıtsal yapılar ile dolu, güncel rantın yüksek olduğu yer. Tesadüfen Urfa heykeli kurtarılabilmiş, bilinen en büyük ve en eski birebir insan boyutundaki heykel.

Yerleşmenin son kalan kesiti üst üste 5 terazzo tabanının görüldüğü, başka hiçbir yerleşmede görmediğimiz olağanüstü bir zenginlikteki dolgu idi, Alan rantı, kesitin temizlenmesini bile sorun haline getirdi. Üzerinde Roma dönemi yerleşimi olan Körtik Tepe akarsuyunun yatak değiştirmesi ile kısmen korunabilmiş, Çayönü’nün üst kısmı İlk Tunç Çağında traşlanmış.

*-*5


4- Göbeklitepe’nin binlerce yıl boyunca bu kadar iyi korunmasının nedeni nedir?

Göbeklitepe terk edildikten sonra o noktaya bir daha kimse gelip yerleşmemiş. İyi korunmuş olmasının bir diğer nedeni de yapıların yere gömük olup içlerinin terk edildiğinde doldurulması, yani “bina gömme” geleneğinin olması; bu bütün Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşimlerde görülmekte, zaten bu nedenle Neolitik yerleşimlerin mimarisi, daha sonraki dönemlerden çok daha iyi korunmuş, hatta bazen tek bir taşı bile eksilmemiş olarak gelmekte.

Çayönü, Nevalı Çori, Gusir başta olmak üzere hepsinde önemli yapılar gömülmüş, bu nedenle korunmuş.


5- Göbeklitepe’nin tüm insanlık tarihini değiştirdiği ve insanlık tarihinde “tek” olduğu gibi söylemler ne kadar doğruyu yansıtıyor?

Göbeklitepe’yi yerleşim olarak alırsanız bu söylem doğru değil. Göbeklitepe’yi o dönem ve bölgeyi temsil eden kültür adı olarak alırsanız doğru.

Bu kültür, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve olasılıkla Batı İranı içine alan, Hallan Çemi, Güsir, Hasankeyf höyük, Nemrik, Çayönü, Caferhöyük, Körtik, Nevalı Çori, Tel Abr, Tel Qaramel gibi çok sayıda yerleşmelerden tanıdığımız bir kütür.

Gerçekten uygarlık tarihini değiştiren süreç burada tetiklenmiş; bu kültürü, saydığımız yerleşmelerin hiçbiri tek başına anlamamızı sağlamaz. Bu yüzden bir bütün olarak bakmak gerek. En görkemli yer Göbeklitepe olduğu için ben “Göbeklitepe kültürü” adını yeğliyorum.

*-*6

6- Avcı toplayıcılarda herhangi bir üst sınıftan bahsedebilir miyiz?

Bu kültüre ait bütün yerleşmelerde katmanlaşmış toplum dokusu açık olarak görülüyor. Bunu ilk olarak Çayönü’nde görmüştük, evleri bile ayrıydı. Çok abartılı sayılmazsa toplumun ruhban sınıfının denetiminde olduğunu söyleyebiliriz, kutsal adına toplumu yönlendiren ve kutsalın simgesi olan gösterişli yapıların yapılması. Bu her dönem için geçerlidir, gücün gösterisi dışa karşı yapılardır

7- Göbeklitepe ataerkil toplum yapısı hakkında bir şey anlatıyor mu?

Ataerkil olup olmadıkları hakkında hiçbir bilgimiz yok. Kesin olan şey, kutsal alanlarda, kült yapılarındaki insan erkektir ve çok belirgin bir “fallus” sembolizmi var.

Buna karşılık sıradan hakın oturduğu kesimlerde, evlerde dişi figür yaygın, çok basit olarak yapılmışlar, ana tanrıça öncüsü gibi hamileler. Bu yönetim erkinin olduğu kesim ile toplum arasında inanç simgelerinde de bir farklılık olduğunu gösteriyor.

*-*7


8- Göbeklitepe ile ilgili sizi en çok heyecanlandıran sorunsal nedir?

Bu kültürün kökeni? Bu kültürün çekirdek bölgesinde öncüleri yok. Güneyde, Filistin bölgesinde gelişen Neolitik kültür çok eskilere inen başlangıcı var ancak o kuzeyde bizim bölgemizdekinden çok farklı bir oluşum.

Dicle havzasından Fırat’a kadar olan alanda Göbeklitepe kültürü hemen hemen birden ve geniş coğrafya içinde aynı özellikleri sergileyerek çıkıyor.

Güneyde gelişen Epi-Paleolitik, Proto Neolitik amanoslar, Rift Vadisinden yukarı çıkışı var, ancak bunun Göbekli kültürünün alt evresi ile bir bağlantısı yok gibi duruyor.

Benim görüşüme göre Göbeklitepe kültürü bir başka bölgede gelişip buraya gelmiş. Nereden sorusu ayrı.

*-*8


9- Göbeklitepe’de tamamlanan koruma çalışmaları yeterli mi? Yapılan çatı sistemi, burayı uzun yıllar boyunca dış etkenlerden koruyabilecek mi?

Kesinlikle hayır. Önce çatı örtüsü dışında, kazılmış çok geniş bir alan var, bunlar hızla aşınıyor, kabartmalar silinmeye başladı. Çatılar da dairesel tasarım olduğu için ekleyerek genişletilemiyor. Oysa eski çatı, Hauptmann Bey’in yaptığı çatı, tamam güzel değildi ancak dörtgendi, kazı ile birlikte eklenerek genişleyebiliyordu.

Göbeklitepe’de sorun yağış değil, rüzgarla gelen kum bombardımanı. Şimdiki çatılar yüksek, kumu ve rüzgarı engellemez.

Mutlaka tepenin genelinde çok ciddi bir koruma stratejisi geliştirilmeli, eğer bu yapılamıyor ise, ki şu anda yok, orijinal kabartmalar müzeye alınıp yerlerine kopyaları konmalı.


10- 2019 yılı Göbeklitepe Yılı ilan edildi. Bunun Göbeklitepe için olumlu ve olumsuz ne gibi sonuçları olur?

Zaman gösterir diyeceğim, umarım plansız gösterişli ve uzun erimde zarar verecek işlere neden olmaz.


11- İlerleyen yıllarda Göbeklitepe’de bilimsel çalışmalar nasıl devam etmeli?

Yapılması gereken, korumanın yanı sıra, yayın ve yayın hazırlığı. Malzeme üzerinde çalışmaların yapılması, ki bu, bildiğim kadarı ile oldukça iyi ilerliyor, ancak daha çok zamana gerek var.

İkinci ve çok ciddi olan; açılmış kısımların doğru ve kapsamlı belgelenmesi, kesitlerin çizilmesi, rölevelerin yapılması. Bu, çatının altında kalacak yerler için yapılabildi. Hiç değilse oldukça kapsamlı. Ancak mutlaka bu işin sürmesi gerek.

Üçüncü ve çok daha kritik olan tabakalanma sorunun çözümü. Göbeklitepe’yi anlamak için bu şart. Bunun için açılmış kesitlerin sıyrılması, örnek alınması, gerekli yerlerde küçük sondajlar açılması, ve açılmış yapıların tabanlarının temizlenmesi. Birçok yapıda kazı taban düzlemine inmemiş, yanıltıcı bilgi ve görünüm veriyor.

Koruma çatılarının ayakları için yapılan sondaj kazısı ilk kez yerleşimin hassas tabakalanmasını, tapınakların altında ve çevresindeki konutları görmemizi sağladı. Yani yeni kazı değil, kazılmış yerlerdeki sorunların çözümü gerek.


Kaynak: http://arkeofili.com/gobeklitepeyi-yapanlar-kimdi-prof-dr-mehmet-ozdogan-roportaji/


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Jan 31, 2019

--Alıntı--


"2018 Yılında Türkiye’nin En Önemli 10 Arkeolojik Keşfi"


Yazar: Arkeofili Tarih: 17 Aralık 2018



2018 yılında Türkiye’nin gündemi kötü haberlerle bir hayli meşguldü. Fakat tüm bu kötü haberlerin gölgesinde arkeolojik araştırmalar hız kesmeden devam ediyor. Definecilerin, kaçakçıların, ana akım medyanın; fiziken ve manen büyük zarar verdiği kültürel mirasımız, bu arkeolojik
... See more
--Alıntı--


"2018 Yılında Türkiye’nin En Önemli 10 Arkeolojik Keşfi"


Yazar: Arkeofili Tarih: 17 Aralık 2018



2018 yılında Türkiye’nin gündemi kötü haberlerle bir hayli meşguldü. Fakat tüm bu kötü haberlerin gölgesinde arkeolojik araştırmalar hız kesmeden devam ediyor. Definecilerin, kaçakçıların, ana akım medyanın; fiziken ve manen büyük zarar verdiği kültürel mirasımız, bu arkeolojik araştırmalar sayesinde ortaya çıkıyor, belgeleniyor, korunuyor ve sizlere sunuluyor.

Bilim dünyası için arkeolojik keşifler tekil ve bağlamından kopmuş bir şekilde ele alınamasa da, bu keşifler herkesin merakını ve hayal dünyasını cezbedecek nitelikte.

Arkeofili editörleri, 2018 yılında öne çıkan arkeolojik keşifleri seçti. İşte 2018 yılında Türkiye’de yapılan en dikkat çekici arkeolojik keşifler;


10- Balıkesir’de 2.200 yıllık bir kararname

Balıkesir’deki Antandros Antik Kenti’nde, 2.200 yıllık 22 satırdan oluşan bir dekret ortaya çıkarıldı.

//Antandros antik kenti 2.200 yıllık dekret///1


Dekretlerin genellikle antik kentlerde herkesin görebileceği agora gibi yerlere dikilen ve genellikle kanun maddeleri içeren yazılı dikili taşlar olduğu biliniyor. Günümüzdeki Resmi Gazete ile özdeşleştirebilecek bir uygulama olan dekretler sayesinde, bir konu hakkında herkesin bilgi sahibi olması sağlanıyordu. Bir Roma villasına ait olduğunu düşünülen su kuyusunu besleyen kanalda bulunan 22 satırdan oluşan yazıt, yürütülen kazılarla iki parça halinde bulundu. MÖ 2. yüzyıla tarihlenen yazıtın yazıldığı dönemde Antandros, Bergama Krallığı topraklarına dahildi. Henüz detaylı olarak çalışılmayan yazıt, Bergama Kralı Eumenes ve Attalos tarafından Antandros’a gönderilmiş olan bir komutanın onurlandırılmasına ve ona imtiyazlı davranılmasına ilişkin bir metin içeriyor.

Kazı başkanı: Prof. Dr. Gürcan Polat


9- Beykoz’da Paleolitik dönem insan yüzlü taş

İstanbul’un Beykoz ilçesinde yapılan yüzey araştırmasında, Paleolitik döneme ait taşınabilir kaya sanatı örneği bulundu. Bulgunun İstanbul’un tarih öncesi dönemlerdeki rolünün anlaşılmasına önemli katkı sunacağı düşünülüyor.

//Beykoz'da bulunan Paleolitik döneme ait taşınabilir kaya sanatı.///2

Beykoz'da bulunan Paleolitik döneme ait taşınabilir kaya sanatı.
İnsanların avcı toplayıcı olduğu dönemde yapıldığı tahmin edilen insan yüzü olarak biçimlendirilmiş taşın benzerlerine özelikle Paleolitik dönem sonlarında dünyanın farklı bölgelerinde rastlanıyor. Jeoloji ve coğrafya bilimi uzmanlarınca da değerlendirilen taşın doğal olmadığı, insan yüzü olarak biçimlendirildiği anlaşıldı. Taş üzerinde çeşitli yerlerde kazıma izleri ve kenarlarda ise düzeltme izleri net bir biçimde görülüyor. İnsan yüzü biçimli taş nesne üzerinde, üçgen biçimli gözlerle kaş kemerleri ve burun oldukça net bir biçimde ayırt edilebiliyor. Taşın kalan kısımlarında da az olsa da işlenme izleri görülüyor. Figürin olarak adlandırılan kum taşından biçimlendirilen nesnenin özellikle zemine oturduğu düşünülen kısımda işleme izleri oldukça belirgin. Bölgedeki yüzey araştırmaları sırasında bulunan diğer taşınabilir kaya sanatı örnekleri arasında, hayvan figürü olduğu düşünülen kırık bir taş ile üzeri çizili iki taş nesne yer alıyor.

Yüzey araştırması: Doç. Dr. Emre Güldoğan


8- Haydarpaşa’da Khalkedon kentinin izleri

İstanbul Haydarpaşa’da yürütülen kazılarda, Khalkedon kentinin izleri bulundu. Haydarpaşa kazısı, Khalkedon kenti sınırları içerisinde gerçekleştirilen ilk sistematik kazı olma özelliğini taşıyor.

//Haydarpaşa'da Khalkedon kentinin izleri///3

Kazılarda antik kentin kuzeybatı limanının burası olduğu, kentin sınırının buraya kadar ulaştığı ortaya çıkarıldı. Sadece mimari yapılar değil, küçük buluntular da buranın Khalkedon sınırları içinde yer aldığını gösteriyor. Antik çağda büyük ses getirmiş, tarihi kaynaklarda bolca adı geçmiş antik çağın en önemli 3 bilicilik merkezinden biri olarak gösterilen Apollon tapınağının yer aldığı kentte neredeyse hiç arkeolojik kazı yapılmadığı için buradan çıkartılan en küçük buluntu bile büyük önem taşıyor. Khalkedon, Ortaçağ’da da önemli bir yere sahipti. Tüm Hristiyan dünyasında adı bilinen en önemli kentlerden biriydi. Bunun nedeni; burada bulunan Hristiyan şehitlerinden azize Euphemia adına yapılmış kiliseydi. 4. konsül 451 yılında bu kilisede toplanmıştı. Hristiyanlık tarafından kabul edilen İznik-İstanbul İman Esasları bu konsülden sonra son şeklini almıştı.

Haydarpaşa kazılarındaki en erken buluntu, muhtemelen Hellenistik döneme ait birbirlerine demir kenetlerle tutturulmuş kesme taş bloklardan inşa edilmiş olan podyum. Kazılarda bunların dışında çok fazla Klasik ve Hellenistik dönem, aynı zamanda Roma dönemi çanak çömlekleri de ortaya çıktı.

Kazılar: İstanbul Arkeoloji Müzeleri


7- Konya’da Roma dönemi gözetleme kuleleri

Konya’daki Bozdağ Milli Parkı ve çevresini kapsayan yüzey araştırmalarında, antik yol ağları ve bu yolların denetimini sağlayan askeri gözetleme kuleleri bulundu. Roma’nın sınır hattında yer alan bu kulelerin geçilmesi, düz bir ovada yer alan Konya’nın ele geçirilmesi demekti.

//Konya'da bulunan Antik Roma gözetleme kuleleri///4

Lykaonia ile Galatia bölgeleri arasında kalan bu bölge coğrafi konumu sebebiyle doğudan gelecek tehditlere karşı bir tampon bölge vazifesi görüyordu. Yapılan yüzey araştırmalarında burada çok sayıda kale kalıntıları belirlendi ve dağın tüm noktalarındaki bu kaleler ile yerleşimler arasında bağlantı sağlayan gözetleme kuleleri de inşa edildiği anlaşıldı. Gözetleme kuleleri ve kaleler sayesinde, herhangi bir noktadan gelebilecek saldırıya karşı hızlı bir savunma mekanizması sağlandığı düşünülüyor. Bölgede ayrıca sınır güvenliğinin yanı sıra, ordunun ve ticari kafilelerin geçebileceği patika yollar da keşfedildi ve bu yolların hemen yakınlarına yol güvenliği sağlamak amacıyla da kuleler inşa edildiği anlaşıldı. Kulelerin bulunduğu alanın, Roma döneminde askeri garnizon, erken Hristiyanlık döneminde piskoposluk merkezi olarak kullanıldığı, Selçuklular zamanında ise önemli ticaret merkezlerinden biri olduğu belirlendi. Söz konusu yapıların Geç Roma-Bizans döneminde yapıldığı ve olasılıkla MS 3. yüzyılda Sasanilerin saldırıları sonucunda inşa edildiği düşünülüyor.

Yüzey araştırması: Dr. Öğr. Üyesi İlker Işık


6- Siirt’te 5.000 yıllık çocuk kurbanlar

Siirt’te yer alan Başur Höyük’te, yaklaşık 5.000 yıl önce, Erken Tunç çağında kurban edilmiş çocuklar bulundu.

//Başur Höyük 5.000 yıllık kurban edilmiş çocuklar///5

Başur Höyük kazılarında, çok sayıda insan kalıntısı içeren geniş bir taş mezar ortaya çıkarıldı. Mezarın içinde üç kişinin iskeleti vardı. Mezarın hemen dışında ise 8 bireye ait iskelet bulundu. Bunların içinde 11-12 yaşlarındaki iki küçük çocuğun kafasında ve femur kemiğinde sert bir cisimle yapıldığı düşünülen darbe izleri vardı. Eldeki veriler bu darbe izlerinin tesadüfi olmadığını, bu çocukların belki de şiddete maruz kaldıklarını gösteriyor. Mezopotamya’nın Ur kentinde, insanların kurban edildiği kraliyet mezarlarıyla benzerlik gösteren kalıntılar, hiyerarşik toplumlarda iktidarın güç gösterisi olarak insan kurban etme ritüelinin daha erken dönemlerde, MÖ 3.100 – 2900 yıllarında Başur Höyük’te gerçekleştiğini gösteriyor. Mezarların içine metalden yapılmış değerli savaş araçları, kap kacak, boncuk gibi malzemeler bırakmak ve çocuk denilebilecek yaşta insanları gömmenin, o dönemde daha hiyerarşik bir toplum inşa etmenin önemli bir yolu olduğu düşünülüyor.

Kazı Başkanı: Haluk Sağlamtimur


5- Andriake’de at arabalı yüzük taşı

Antalya’da yer alan Andriake antik kentinde, üzerinde at yarışı betimi olan 1.800 yıllık yüzük taşı bulundu.

//Andriake liman kentinde bulunan yüzük taşı///6

Roma dönemine ait yaklaşık MS 2. ila 3. yüzyıllara tarihlenen yüzük taşı, kırmızı renkli Jasper taşından yapılmış ve sadece 1 cm boyunda. Bugüne kadar bölgede benzeri bilinmeyen yüzük taşı, Andriake’de Doğu nekropolünde bulunan Roma Dönemi oda mezarının zengin bulgularından birisi. Üzerindeki ince işçiliği ile dikkat çeken yüzükte 1 cm’lik alana 4 atlı yarış arabasının yarıştığı hipodrom sahnesi işlenmiş. Daha da önemlisi, bu yarış atlarının yarıştığı mimariyi de resmedilmiş.. 4 atlı yarış arabalarının yarıştığı ‘quadriga yarışları’ ve hipodrom gösterilmiş. Yüzük taşının alt yarısında atlı arabalar, üst kısımda hipodromun mimarisini yer alıyor. Söz konusu yüzük taşının üzerinde anlatılan konu açısından özel olduğu belirtiliyor. Sahibi ile ilgili yazılı bir belge yok ancak mezarda ele geçen diğer takılar üzerinde de at figürlerinin işlenmiş olması, mezar sahibi ve/veya ailesinin yarışçı ya da at yetiştiricisi gibi atlarla ilgili bir mesleği olduğunu işaret ediyor.

Kazı başkanı: Prof. Dr. Nevzat Çevik


4- Beşiktaş’ta 5.500 Yıllık Eşsiz Figürinler

Beşiktaş semtinde yürütülen metro kazılarında ortaya çıkarılan bir mezarın içinde, stilize insan formunda iki adet 5.500 yıllık figürin bulundu.

//Beşiktaş kazıları 5.500 yıllık figürinler///7

Söz konusu figürinler, MÖ 3500-3000 yılları arasına, yani İlk Tunç çağı başına tarihlenen kurgan mezar içerisinde yakılarak gömülmüş (kremasyon) bir ölüyle beraber bulundu. Biri büyük diğeri daha küçük olan figürinler, ayak uçları birbirine değecek şekilde mezara yerleştirilmiş. Üzerlerinde kazıma bezeme bulunan figürinlerin, Anadolu’da ya da dünyada başka bir benzeri bilinmiyor. İkisinin de gövde kısımlarında Tamga bulunuyor. Tamgalar çözülememiş olsa da bir sembolü temsil ettikleri çok açık olarak belli oluyor. Balkanlarda ve Karadeniz’in kuzeyindeki bazı kazı alanlarında, farklı nesnelerin üzerine kazıma yoluyla yapılmış bu tip tamgalar biliniyor. Çok daha geç döneme ait olmasına rağmen benzer Tamgalar Orta Asya steplerinde çıkan buluntular üzerinde de görülebiliyor. Bulunan iki figürinin, form ve bezeme benzerlikleri ile mezardaki pozisyonları, iki kişi arasındaki duygusal bağı işaret ediyor olabileceğini düşündürüyor. Birinin büyük diğerinin küçük olması ise belki de bir anne ve çocuğu temsil etiği fikrini veriyor.

Kazılar: İstanbul Arkeoloji Müzeleri


3- Patara Antik Kenti’nde Viking kılıcı

Antalya’nın Kaş ilçesindeki Patara Antik Kenti’nde, 9 veya 10. yüzyıla ait Viking kılıcı bulundu. Bugüne kadar Anadolu’da Vikinglerin varlığına işaret eden tek maddi kültür kalıntısı Mersin’de bulunan bir Viking kılıcıydı.

//Patara Antik Kenti!nde bulunan Viking kılıcı///8

Patara’da, Liman Hamamında ortaya çıkan kılıç, namlu bölümünden kırık ve oldukça korozyonlu olarak bulundu. Korunmuş toplam uzunluğu 43,2 cm olan kılıcın namlu bölümündeki kalıntılar, ahşap bir kın içinde taşındığını gösteriyor. Dr. Öğr. Üyesi Feyzullah Şahin’in belirttiğine göre, stil özelliklerinden yola çıkılarak MS 9-10. yüzyıllara tarihlendirilen kılıcın, arkeolojik verilerin oldukça az olması nedeniyle Patara’ya nasıl geldiği sorusu net olarak bilinmiyor. Kılıç, söz konusu yüzyıllar içinde Konstantinopolis’i kuşatmış Varenglere (Viking) ait olabileceği gibi; Abbasilerin ele geçirdiği Girit’i geri alan imparatorluk ordusunda paralı asker olarak görev yapmış bir Vareng (Viking) askerine de ait olabilir. İstatistiki veriler ise üzerinde ahşap bir kına ait kalıntıların bulunduğu bu kılıcın Patara’da ölen bir Vareng’in mezarına bırakılmış olabileceği ihtimalini ön plana çıkarıyor. Kılıcın, bir askeri sefer sırasında kente uğramış birlikler içinde yer alan ve burada hayatını kaybeden bir Vareng askerine mi yoksa Patara’ya yerleşmiş bir Vareng’e mi ait olduğu bilinmiyor.

Kazı Başkanı: Prof. Dr. Havva İşkan Işık


2- Atatürk Barajı’nda Paleolitik çizimler

Adıyaman’da suları çekilen Atatürk Barajı kıyısında balıkçılar tarafından Paleolitik döneme ait kaya resimleri bulundu.

//Atatürk Barajı'nda bulunan kaya çizimleri///9

Henüz bir bilimsel araştırma yapılmayan çizimler için yeni bir inceleme başvurusu yapıldı. Bir av sahnesinin baştan sona kadar anlatıldığı çizimler, Atatürk Barajı’nda su seviyesinin 10-15 metre düşmesiyle ortaya çıktı. Bugüne kadar hiç görülmemiş duvar çizimleri, balıkçıların tesadüfen görmeleri sonucunda keşfedildi. Paleolitik Dönem’e ait olan ve kazıma tekniği ile yapılan stilize figürler ile av sahnesinin resmedildiği anakayada, sunum çukurlarının yer alması, buranın dinsel bir mekan olabileceğini düşündürüyor. İnsan figürlerinin yanısıra, dağ keçisi, at, kurt, tilki, leylek gibi çeşitli hayvan figürlerinin de yer aldığı sahnenin uzunluğu 8 metre, genişliği ise yaklaşık 70 santimetre. Çizimlerde bir yaban keçisinin, bir avcı tarafından ok ile vurulduğu da resmedilmiş. Ayrıca at üzerinde bir süvari figürü de rahatlıkla görülebiliyor.

İncelemeler: Adıyaman Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü


1- Antalya’daki antik tuvalette müstehcen mizah

Antalya’daki Antiochia ad Cragum antik kentinde yer alan bir Roma tuvaletinin tabanında, müstehcen mozaikler ortaya çıkarıldı. Buradaki tuvalet, zemininde mozaik döşemeye yer verilen ve günümüze kadar korunabilen az sayıdaki antik tuvaletten (latrina) biri olma özelliğini taşıyor.

//Antiochia Ad Cragum'da bulunan müstehcen latrina mozaikleri///10

Buradaki panolarda yer alan mitolojik figürler, bilinen ve genelde rastlanan betimlemelerinden tamamen farklı karakterler olarak yansıtılmış. Doç. Dr. Birol Can’ın bildirdiğine göre, panolardan birinde Ganymedes işlenmiş. İda dağı eteklerinde çobanlık yapan genç Troialının kaçırılmasına dair efsanenin, görsel sanatlara en çok yansıyan kısmı kartal kılığına giren Zeus tarafından Olympos’a kaçırılması. Ancak, bu mozaikte Ganymedes bir balıkçıl tarafından kaçırılıyor. Balıkçıl, Ganymedes’i ayaklarıyla belinden kavramış ve uzun gagasının ucundaki bir cisimle, sanki Ganymedes’in ters dönmüş erkeklik organını temizliyor. Abartılı biçimde ters yönelik erkeklik organının benzerlerine antik dönemde rastlandığı gibi, kötü düşüncelere karşı korunma anlamı taşıyor. Ganymedes, sol elinde bir tersorium (latrinalarda temizlik amacıyla kullanılan, ucunda sünger takılı sopa) tutuyor.

Benzer bir tezat anlatım diğer panodaki Narkissos’da da görülüyor. Yazılı ve görsel kanıtlara göre kendi suretinin su yüzeyindeki yansımasına aşık olan Narkissos bu panoda pek de yakışıklı değil. Burada hayran olduğu ve övündüğü belli ki abartılı erkeklik organı. Mozaiklerin yer aldığı yapının bir tuvalet olduğu da düşünüldüğünde buradaki mizah vurgusu ve homoerotik içerik daha iyi anlaşılıyor.

Kazı Başkanı: Prof. Michael Hoff

---
Kaynak: http://arkeofili.com/2018-yilinda-turkiyenin-en-onemli-10-arkeolojik-kesfi/




[Edited at 2019-01-31 12:12 GMT]
Collapse


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Feb 1, 2019

Çokbüyük, pahalı ve kalabalık şehirlerde oturmanın maliyeti

Yazı: Ado -1 Şubat 2019


Bakın, koskoca Tolstoy bile kırda oturmuş uzun süre ve hiç gocunmamış bundan (Petersburglular, Moskovalılar ne derki dememiş, gerçi büyük toprakları varmış ailece de...). Büyük şehirlerde oturacağım deyi kendinizi yıpratmanıza inanın ki değmez (istisnalar hariç; adam/kadın almıştır küçüklükten o "büyük şehrin" mikrobunu ondan ora
... See more
Çokbüyük, pahalı ve kalabalık şehirlerde oturmanın maliyeti

Yazı: Ado -1 Şubat 2019


Bakın, koskoca Tolstoy bile kırda oturmuş uzun süre ve hiç gocunmamış bundan (Petersburglular, Moskovalılar ne derki dememiş, gerçi büyük toprakları varmış ailece de...). Büyük şehirlerde oturacağım deyi kendinizi yıpratmanıza inanın ki değmez (istisnalar hariç; adam/kadın almıştır küçüklükten o "büyük şehrin" mikrobunu ondan oralarda yaşamaya mecbur hissedebiliyordur kendini...)

Ben de Mevlana'nın yetiştiği şehirde oturuyorum (küçük bir yer Karaman). Evet, o devirde kitap bastırarak para kazanmak adet ve ihtiyaç olmadığı için Selçuklu başkentine yerleşmiş sonraları ve orada ünlü olmuş... Neyse, Mevlana ve ünlü olmak gibi bir kaygım yok çok şükür. Bunu geçelim.

Soluduğunuz kirli hava, tıkanık trafik denizi, yabancılaşma (insanın kendisine, çevreye, doğaya yabancılaşması). Alt katta kimin oturduğunun bilinmemesi ve merak bile edilmemesi, olmayan komşuluk ilişkileri, yüksek kiralara para yetiştirmek için harcanan boşuboşuna aşırı çeviri mesaileri...

Bazıları Beyoğlu bilmemkaçıncı noterliğinde yeminliyim, veya kanallara filim yetiştirmem için onlara bizzat ulaşmam gerek diyebilir. Bu arkadaşlar bile İstanbul'a yakın kenarda-çevrede çok gözel yaşanacak yerler bulabilirler...

Denize, dağa, düzlüğe aşıksanız bunu Türkiye'de birçok yerde bulabilirsiniz. Büyük yerlerde oturduğum zamanlar elbette oldu ama tercihim hep küçük yerler oldu. Birazdan çarşıya çıksam yürüyerek alamayacağım/karşılayamayacağım hiçbir ihtiyacım yok, bulamadığım birşey olursa internetten alırım gelir. Ama az tüketmekten yanayım ve gereksiz harcamalardan kaçınmayı severim açıkçası.

Özetle: "Desinler" diye yaşamayın, ayda bir Boğaziçini göreceğim diye de. Denizi özlersem aşağıda koskoca Akdeniz var giderim. Hem herkes deniz sevecek diye bişey de yok zaten.

Büyük yerleşimler; pahalıdır, sağlıksızdır, insanın çok şeye yabancılaşmasının baş sembolüdür, trafiği ayrı bir derttir, kirası ayrı bir dert... Dert dert dert.

Büyük şehirlerden kaçma imkanı olanların küçük yerleşimlere kaçmaları taraftarıyım. Nerelere mi? Onu paşa gönlünüz bilecek.



[Edited at 2019-02-01 19:06 GMT]
Collapse


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Feb 1, 2019

--Alıntı--


"5 Reasons Why Twentysomethings Should Read Tolstoy"


Yazı: Lucy Horner --08/15/2014 09:30 am ET Updated Dec 06, 2017

*-*111


*-*110

War and Peace doesn’t exactly make for tempting reading to enjoy in our twenties at first glance. With Leo Tolstoy’s other books having titles such as The Death of Ivan Ilyich and Resurrection, they don’t sound much better either.

However, Tolstoy is actually a pretty appropriate author for twentysomethings to be reading in our current society. Although he lived in Russia over one-hundred years ago, Tolstoy and his characters knew all about ambition, failure, stress, and striving for meaning and goodness.

Here’s why we should give the leader of Russian literature a chance in our twenties (and if not then, at any age).


1. Tolstoy was always trying to improve himself

When Tolstoy was 18, he began a “Journal of Daily Activities, in which he would set out his day and create rules that would supposedly develop his willpower. These included the following, which many of us can relate to (ok, maybe not the third one):

- Wake at five o’clock
- Only do one thing at a time
- Visit a brothel only twice a month
- Avoid sweet foods
- Stop caring about other people’s opinion
- Help those less fortunate

Tolstoy’s self-improvement theme also appears in many of his novels, particularly with the character Nekhlyudov in Childhood, Boyhood, Youth:

To reform all humanity and eradicate all human vice and unhappiness seemed plausible enough to us at the time, just as it seemed an easy and uncomplicated matter to reform ourselves, to master all virtues and be happy...


2. Tolstoy also knew all about failure

It will probably make you feel a bit better about yourself that Tolstoy’s goals didn’t always go to plan. In fact, they rarely did. Some days he kept to his regime and rules, but on others he did “nothing”, “almost nothing”, did things “badly”, “read Gogol” or “overslept.” However, perhaps without setting his expectations so high he never would have created the literary masterpieces he did.

“This is the second day when I have been indolent and failed to carry out all that I had set myself. Why so? I do not know. However, I must not despair : I will force myself to be active.” ― The Diaries of Leo Tolstoy


3. Tolstoy’s characters don’t always fit in, but let’s see that as positive

Meeting Pierre Bezukhov in War and Peace was one of the most important moments of my teenage years, and now the character has become both a mentor and a reflection of my twentysomething self. At the start of War and Peace, Pierre is twenty and newly returned from ten years of education in Europe.

Behind his spectacles he’s uncomfortable, anxious and out-of-place in a Russia he has little experience of. However, Pierre strives for good and is one of the few characters in literature who truly achieve it. There’s much to be said about not following the crowd.


4. Tolstoy wanted to find meaning and simplicity in a chaotic world

With social media and technology becoming everyday parts of our lives, it can be difficult to find peace, mindfulness and meaningful experiences.

Family Happiness has a particularly relevant snippet of wisdom for this, and the quote is also mentioned in the book and film Into the Wild:

“A quiet secluded life in the country, with the possibility of being useful to people to whom it is easy to do good, and who are not accustomed to have it done to them; then work which one hopes may be of some use; then rest, nature, books, music, love for one’s neighbour — such is my idea of happiness.”

We don’t need to move to the country, but we can all prioritize the other aspects Tolstoy mentions by getting outside, resting, reading, and socializing.


5. Tolstoy knew what anxiety and panic felt like, but also how to overcome it

While on a trip to the Penza region in 1869 to look at some land, Tolstoy stopped overnight at a hotel to rest. Despite feeling ‘perfectly well’, at two o’clock in the morning Tolstoy suffered a panic attack and was overwhelmed with feelings of “despair, fear and terror”. That’s certainly something I can relate to.

However, Rosamund Bartlett explains in Tolstoy: A Russian Life how on the same trip Tolstoy would enjoy looking up to the very tops of the tall pine trees above him and contemplate something greater than himself. For Tolstoy and many of his characters, overcoming an anxious moment may just require looking around and getting out of our heads.

Prince Andrei’s famous quote on the battlefield in War and Peace is a great example of this:

Yes! It’s all vanity, it’s all an illusion, everything except that infinite sky. There is nothing, nothing - that’s all there is. But there isn’t even that. There’s nothing but stillness and peace.

Tolstoy, it turns out, shouldn’t be buried and forgotten just yet. Why not pick up Tolstoy’s collection of quotes, A Calendar of Wisdom, or make a start with his short stories before moving onto the legendary War and Peace or romantic tragedy Anna Karenina?

If you still need convincing, read Andrew D. Kaufman’s brilliant Give War and Peace a Chance or visit Tolstoy Therapy to see how Tolstoy’s work — and that of many other authors — can match our own lives, feelings and predicaments.

--
Kaynak: https://www.huffingtonpost.com/lucy-horner/5-reasons-why-twentysomet_b_5678393.html





▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄



--Alıntı--

"20'li yaşlarda Tolstoy okumak için beş sebep"


Nilhan Kalkan 26-03-2015


Kalınlığıyla birçoklarının gözünü korkutan Savaş ve Barış, ilk bakışta 20'li yaşlarda okunacak bir kitap gibi durmayabilir. İvan İlyiç’in Ölümü ve Diriliş de isimleriyle korkutabilir gençleri. Ama aslında Tolstoy 20'li yaşlarda okumak için oldukça uygun bir yazardır. Çünkü bundan 100 yıl kadar önce Rusya’da yaşamış olsa bile kendisi de, karakterleri de günümüze hakim olan hırs, başarısızlık, stres, iyilik gibi duyguları iyi bilir ve her yaştan okura kendi içlerindeki duyguları anlayıp ifade etmeleri konusunda rehberlik edebilirler.

Rus edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Tolstoy’u 20'li yaşlarda (veya herhangi bir yaşta) okumanız için beş sebep:

1. Tolstoy her zaman kendisini geliştirmeye çalışırdı.

Tolstoy 18 yaşındayken günlük tutmaya başladı. Bu günlükle amacı varoluşunu güçlendirecek bazı kurallar yaratmak ve günlerini daha iyi organize edebilmekti. Günlüğünde yazan bazı maddeler şunlardı:

- Sabah beşte uyan,

- Aynı anda sadece bir şey yap,

- Geneleve ayda sadece iki kez git,

- Tatlı yemekten kaçın,

- Başka insanların düşüncelerine takılma,

- Daha az şanslılara yardım et.

Tolstoy’un kendisini geliştirme düşüncesi romanlarında da ortaya çıkar. Özellikle Çocukluk, İlkgençlik, Gençlik kitabındaki Nekhlyudov karakteri büyük ölçüde Tolstoy’u ve kurallarını yansıtır.

“İnsanlığı şekillendirmek ve ahlaksızlığı ve mutsuzluğu yok etmek bize o zamanlar makul gelmişti. Tıpkı kendimizi şekillendirmek, bütün erdemlerde usta olmak ve mutlu olmak gibi.”

2. Tolstoy başarısızlığı da biliyordu.

Tolstoy’un bile bazı planlarının istediği gibi gitmediğini bilmek sizi biraz rahatlatabilir. Hatta planları oldukça nadir istediği gibi gitmişti. Bazı günler koyduğu kurallara uyabilse de bazı günler “hiçbir şey”, “neredeyse hiçbir şey”, “kötü şeyler” yaptı, Gogol okudu veya çok uyudu. Ama yine de, kendisine bu kadar yüksek hedefler koymasaydı belki edebi şaheserler yaratamayacaktı.

“Bu kadar üşengeç olduğum ve belirlediğim şeyleri yapamadığım ikinci gün. Neden böyle oluyor? Bilmiyorum. Ama umutsuzluğa kapılmamalıyım: Kendimi aktif olmaya zorlayacağım.” – Günlükler


3. Tolstoy’un bazı karakterleri bulundukları topluma uyum sağlayamıyordu.

Savaş ve Barış’ın başında Pierre Bezuhov, 10 yıllık eğitimin ardından Avrupa’dan yeni dönmüş 20 yaşında bir genç olarak karşımıza çıkar. Rusya’ya dair çok az bilgisi bulunduğu için Rus toplumunda kendisini rahatsız ve gergin hisseder. Yine de Pierre iyilik için çabalamaya devam eder ve sonuçta da edebiyat tarihinde bunu başarabilen az sayıda karakterden biri olur.


4. Tolstoy kaotik dünyada anlamı ve basitliği bulmaya çalışıyordu.

Günümüzde sosyal medya ve teknolojinin gittikçe daha çok hayatımıza girmesiyle huzuru bulmak, anlamlı deneyimler yaşamak zorlaşmaya başladı. Tolstoy’un Aile Mutluluğu kitabı bu konuda özellikle önem taşımakta.

“Köydeki evimizde iyilik yapmanın çok kolay olduğu, ama bu iyiliğe alışmamış insanlarla birlikte sessiz, sakin bir yaşam sürme, sonra yararlı bir çalışma, sonra dinlenme, doğanın güzellikleri, kitaplar, müzik, cana yakın bir komşunun sevgisi… Daha fazlasını hayal edemeyeceğim bir mutluluk.”

Köye taşınmamıza gerek yok ama Tolstoy’un dediği gibi sosyalleşme, dışarı çıkma, kitap okuma, dinlenme gibi eylemlere hayatımızda daha çok yer verebiliriz.


5. Tolstoy stres ve paniğin nasıl hisler olduğunu bildiği gibi onların üstesinden nasıl geleceğini de biliyordu.

1869’da topraklarını denetlemek için çıktığı Penza gezisi sırasında dinlenmek üzere bir otelde geceledi. Ve gece ikide beklenmeyen bir panik atak geçirip, "umutsuzluk, korku, terör" hisleriyle doldu taştı. Aynı gezide Tolstoy sık sık uzun çam ağaçlarının tepelerine bakarak kendisinden büyük bir şeye hayran kaldı. Tolstoy ve karakterleri için böyle bir anın üstesinden gelmenin en iyi yolu etrafa ve gökyüzüne bakmak. Prens Andrey Savaş ve Barış’ta savaş alanındayken şu ünlü cümleleri söyler örneğin:

“Evet! Sonsuz gökten başka her şey boş, her şey bir yanılsama. Başka hiçbir şey ama hiçbir şey yok onun dışında. Durgunluktan ve huzurdan başka.”


* Kaynak: Huffington Post
Türkçesinin alındığı yer: http://www.sabitfikir.com/dosyalar/20li-yaslarda-tolstoy-okumak-icin-bes-sebep
--------


*-*11

*-*33

*-*22

*-*781

*-*127

*-*754

*-*274

*-*127 (2)



[Edited at 2019-02-01 20:34 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
Teşekkür Feb 4, 2019

:

"Felsefenin bitmesi demek insan beyninin bitmesi demektir"

29.01.2019 23:00


Sadık-Usta


Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisine imza atan yazar Sadık Usta, Gamze Kulak’ın sorularını yanıtladı.
.
.
.

Sadık Usta 4 kitaplık “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serisinde felsefe ve uygarlık tarihine ışık tuttu. Kafka Yayınevi’nden çıkan bu seride Sadık Usta, “tarihte ne yapılmış, ne yapmışlar da dünyayı değiştirmişler” sorusuna cevap aradı.


Kitapyurdu'ndan aldığım kitaplarınız elime ulaştı Sadık bey. Çok güzel bir çalışma olmuş göz attığım kadarıyla. Özenli, öz, imbikten çok güzel geçirilmiş bilgiler bunlar. -Küçük bir eleştiri olarak-, okumaya başladığım 4. ciltte (o)larak, (g)eldiğinde türünden gözden kaçan harf eksiklikleri ve/veya harf fazlalıkları var; nedenini kestirebiliyorum; yayıncının acele ettirmesi - neyse sonraki baskılarda düzeltilir bunlar).

Bilgilerimi tazeleme fırsatı bulacağım sayenizde. Bu konuları merak eden arkadaşlara hararetle öneririm. 4 cildi de aldım, 5. cildi sabırsızlıkla bekliyorum.

Selam ve saygılar

[Edited at 2019-02-04 12:11 GMT]


 
Adnan Özdemir
Adnan Özdemir  Identity Verified
Türkiye
Local time: 09:07
Member (2007)
German to Turkish
+ ...
TOPIC STARTER
~ Feb 5, 2019

--Alıntı--


"Al sana krizin fotoğrafı... Yüz binlerce işçi işten çıkarıldı"


Odatv - 05.02.2019 11:14


Verilere göre, 2018 yılı Temmuz ayından bu yana, yani son altı aylık dönemde istihdam azalırken, 16 işkolunda en az 917 bin 576 işçi işten çıktı.

//Foturafı netten buldum///77

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından altı ayda bir açıklanan işkollarındaki işçi sayılarına ve sendikaların üye sayılarına ilişkin istatistikler, Resmi Gazete’nin 31 Ocak 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Açıklanan istatistikler, krizin birçok işkolunda istihdamda azalmaya yol açtığını, patronların işten çıkarmalara başvurduğunu gösterdi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Emek Merkezi ise, konuyla ilgili olarak dikkat çeken bir açıklama yaptı. TKP tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada, sendikal istatistiklerdeki bu durumun “kriz yok” denilen Türkiye'de önemli bir gerçeğe işaret ettiği vurgulandı. Verilere göre, 2018 yılı Temmuz ayından bu yana, yani son altı aylık dönemde istihdam azalırken, 16 işkolunda en az 917 bin 576 işçi işten çıktı.

*-*1

İŞTEN ÇIKIŞLAR İNŞAAT, TURİZM VE METALDE YOĞUNLAŞTI

İşçi sayısı itibariyle sırasıyla inşaat, turizm ve metalde işten çıkışların yoğunlaştığı gözlenirken son altı aylık dönemde 20 işkolundan yalnızca 4’ünde istihdam artışı yaşandı. Tüm işkollarındaki işçi sayısı Temmuz ayından bugüne 710 bin azalmış durumda.

Patronların Ensesindeyiz Ağı'nda yer alan habere göre, işten çıkışların en yoğun yaşandığı işkolu, krizin en yoğun hissedildiği inşaat oldu. Son altı ayda en az 546 bin inşaat işçisi işini kaybetti. Bu sayı, inşaattaki istihdamın yüzde 30 düzeyinde azaldığını gösteriyor.

*-*2

MEVSİMSEL ETKİLERİ AŞTI

İşçi çıkışlarının yoğun olarak yaşandığı bir başka işkolunun konaklama ve eğlence işleri olduğu belirtilen açıklamada, turizm sektöründeki iş hacminin dönemsel artış göstermesinden kaynaklı olarak, genelde Ocak istatistiklerinde istihdam düşüşünün yaşandığı vurgulandı. Ancak geçen yılın aynı döneminde (2017 Temmuz–2018 Ocak arası altı aylık dönemde) 79 bin kişinin işini kaybettiği işkolunda, bu dönemki düşüşün 154 bin kişiye ulaştığı ve mevsimsel etkileri aştığı belirtildi.

TKP Emek Merkezi ayrıca, Türkiye’de ihracatta başı çeken otomotiv sektörünün de içinde olduğu metal işkolunda 2018 yılında ihracat rekorları kırılırken istihdamın 60 bin kişinin üstünde daraldığına işaret etti.

Yazının alındığı yer: https://odatv.com/yuz-binlerce-isci-isten-cikarildi-05021914.html

[Edited at 2019-02-05 08:39 GMT]


 
Pages in topic:   < [1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21] >


To report site rules violations or get help, contact a site moderator:


You can also contact site staff by submitting a support request »

İlginç yazılar


Translation news in Türkiye





Wordfast Pro
Translation Memory Software for Any Platform

Exclusive discount for ProZ.com users! Save over 13% when purchasing Wordfast Pro through ProZ.com. Wordfast is the world's #1 provider of platform-independent Translation Memory software. Consistently ranked the most user-friendly and highest value

Buy now! »
Trados Business Manager Lite
Create customer quotes and invoices from within Trados Studio

Trados Business Manager Lite helps to simplify and speed up some of the daily tasks, such as invoicing and reporting, associated with running your freelance translation business.

More info »